top of page

Yazarın Kalemi

  • Cem Üner
  • 11 Ağu
  • 33 dakikada okunur

Yazarın elinden çıkıyor roman yavaş yavaş… Düş ve gerçeğin birbirine karıştığı o uzun hikaye.. Acı ve mutluluğun harmanlandığı hayatla olan ilişkisi... Yazmak istiyor daha fazla, kalbinden fışkıranları… Bir şey var onu durduran, eline kelepçe vurulmuş gibi, kalemi gitmiyor birkaç anlamı kıt kelimeden ileri… Acele etme diyor yılların yorgunluğu kaleme… Kalem başlıyor kelimelerle dans etmeye, hareketler belli belirsiz, uyumsuz önceleri… Yavaş ağırdan bir müzik çalıyor belli belirsiz... Kalemi ısındıkça yazarın hareketler başlıyor müzikle uyumlu olmaya, anlam kazanıyor kalemin tercüme ettiği kelimeler kağıda… Beyaz sayfa doluyor büyük anlamlar taşıyan her bir harfin, oluşturduğu hatıralar yüklü kelimeler ile, ve doluyor beyazlıklar kara kalemle… Hayatın ironisini yansıtıyor beyaz sayfa, hayattan bir parça ve anılarla beyazlığı kirletilmiş ama kelimelerle anlamlandırılmış anılar topluluğu ile… Birkaç sayfa sonra belki, belki bir bölüm sonra ya da bir kitap, yazar anlatmış olacak hayatının bir kısmını… Peki ne için ve neden anlatıyor ve kime… Anlayacaklar mı onu? Değeri bilinecek mi yazarın? Hayır bunu düşünerek yazmıyor ki O, amaç mesaj kaygısı değil yazmakta, amaç paylaşmak ve paylaşmanın sonucunda, katkıda bulunmak kalplere sevmek için, öğrenmeleri için sevmeyi karşılıksız… Çok sevdi yazar hayatı boyunca, belki de anlamsızca fazla sevdi, çok kişiyi ve çok fazla… İyi bir şey mi bu? Çünkü öğrendi ki her sevgi bir gün bitiyor, ama sonra öğrendi ki, bir de hayatta bitiyor, hayatlar da bitiyor sonunda… O zaman neden sevgisiz bir gün geçirilsin ki, bu yüzden mi bir sevgi bitti diğeri başladı acaba diye de sorguladı kendini devamlı… Yok sebep bu değildi, olmamalıydı, karşısına çıkan her sevdiği, gerçekten sevilmeyi hak eden insanlardı. Aksini yapmak yani onları sevmemek büyük suç olurdu. Peki bu sevgiler nasıl oluyordu da tükeniyordu günün birinde, ya da bu sevgilerde hatalar türeyebiliyordu? Hata yapmadan sevmek mümkün müydü? Bilmedi, bilemedi bu sorunun cevabını, çünkü sevgileri karşılıklı hata doluydu hep… Suçlanacak kimse yoktu aslında, bir ilişkide eksik olunca hata kaçınılmaz oluyordu, çünkü eksikler arayış getirirdi ardından… Aynı mutfakta salça bittiğinde yemeği yapmak için gidip markette salça aramak gibi ve bu arada değişik markalar görüp, onlarla flört etmek, kiminin kabı güzeldir, kiminin markası, kimi ucuzdur, iş görür ama tat vermez… İlişkilerdeki eksikler de, hep o eksiği tamamlamaya, yerini doldurmaya götürüyordu tarafları, ve işte kaçınılmaz sonun başlangıcı bu alışverişte başlıyordu üçüncü kişilerle… Aşkın mutfağında aşkı tatlandıran duygular, tensel temaslar, ihtiraslar, tutkular bittiğinde bunu doldurmak için arayış başlıyordu… Ne yazık ki biten salça kavanozundaki salça kendi başına dolmuyordu. “Peki bitmeyen salça olur mu, hiç kullanmamak gerekir belki de salça??? E peki nasıl olacak bu iş, nasıl yapılacak, saçma, salça biter elbet, sonra bir yeni kavanoz alınır belki aynı belki farklı, e o da bitiyor, Allah’ım çıldıracağım şimdi!!! Tüketiyoruz her şeyi umarsızca!!!”

Kalemi titremeye başlamıştı, gittikçe şiddetleniyordu, sanırım kalemi bir isteri nöbeti geçiriyordu. Durdurdu elini, kalem hala titriyordu. Derin derin soludu önce sonra yavaşladı nefesi, yorulmuştu ve aşırı yüklenmişti kaleme galiba…Bir süre onu dinlendirmeye karar vermişti. Allah’ın yarattığım en üstün varlık dediği insanoğlu bu kadarcık düşünceyi kaldırmazken, insanoğlunun kendi ürettiği bir kalemin bunu kaldırmasını beklemek anlamsızdı zaten… Daha önce de geçirmişti, yazarın kalemi bu tip nöbetler… Her bir nöbet sonrası kalemi sakinleştirip, tekrar yazmaya ikna etmek gerçekten çok zor oluyordu. Aylar boyunca kalemini yerinden oynatamadığı olmuştu. “Haydi” diyordu, “lütfen artık bir şeyler yazalım seninle, geliyor içimden doğru ama sensiz yapamam bunu”…

Kalemin bu tarz kaprislerine akıl sır erdiremiyordu yazar… Sonunda karşısına alıp, konuşmaya karar verdi, içinden böyle fışkırmak isterken duyguları kalemin, bunca yıllık kalemin ona yaptığını artık kabul edemiyordu. Devamlı isteri krizleri yazarken, kaprisler… Sonunda kalemi aldı eline ve ona şöyle söyledi: “Eğer bu tarz davranışlarına devam edersen, seninle bir daha yazmayacağım ve orada öyle kutunun içinde çöpe atılacağın güne kadar bekleyeceksin”. Kalem hiçbir tepki vermeden dinliyordu yazarı, yüzünde alaycı bir gülümseme vardı. Sanki “sen konuş bakalım hala, ama önce aynaya baktın mı?” der gibiydi. Yazar yavaş yavaş kalemdeki bu tavrı fark etmeye başlamıştı ve durdu konuşmayı bıraktı, kalemi de… Kalktı yerinden, nerede ayna vardı bu evde? Girişe doğru gitti en iyisi girişteki boy aynasıydı… Önce yüzüne baktı, gözlerinin altı çökmüştü ama geri kalanı yakışıklıydı yazarın, uzamış sakalları hoşuna gidiyordu, tabi başka birçok kişinin de... Hafif ukala gülümsedi düşündüklerine…

Zaten başına ne geldiyse bundan dolayı gelmemiş miydi? Evet ilgi odağıydı devamlı, pek rahat bırakıldığı söylenemezdi, ama hoşuna gidiyordu, kimin gitmezdi ki! Eh pek o da rahat bırakmıyordu zaten kızları… Ama sanırım bu bakışlar ve gözlerdeki yorgunluk bunca sene yaşanmışların sonucuydu. Bunca sene yaşanarak yıpratılmış duyguların, güzel ama uyumlu olmayan ilişkilerin sonucu… Pişman mıydı? Kocaman bir hayır ifadesi belirdi yüzünde ve başını iki yana ciddiyetle salladığını gördü aynadaki yansımasında… Tüm bu yaşanmışlıklar onu öyle bir noktaya getirmişti ki 35’ine yaklaşırken, hiç olmadığı kadar olgun, sakin ve kişiliği oturmuş hissediyordu kendini… İşte zaten tam da bu yüzden, şu anda aklında ve gönlünde olan ama hala onun olamayan kişinin tam da onun için olduğunu düşünüyordu. Zaten bu yüzden kalemi tekrar eline alıp yazmak, yazmak ve daha çok yazmak istiyordu. Ve kaleme çok kızgındı içten içe, “tam da zamanı” diyordu, kendi kendine, bu kaprislerin…

Yine de o isteri krizine kadar iyi işler çıkarmıştı kalem ile beraber… Güzel şiirler çıkarıyorlardı onun olmayan sevgili için… Sonra tekrar kalemin yüzü geldi aklına, aşağıya doğru bakmaya devam etti, gövdesi normaldi, kolları da… Ellerine gözü ilişti birden sol el normaldi, ama sağ el neden böyle duruyordu? Avucunun içini kapatmış, sımsıkı bir yumruk yapmıştı sağ elini… Peki şimdi mi olmuştu bu, yoksa hep mi böyleydi? Açmaya çalıştı ama olmadı, tekrar denedi, yine olmadı. Beyni ile hükmetmeye çalıştı eline, kımıldamıyordu, oralı bile değildi sağ el… İyice sinirlenmeye başlamıştı. Hiçbir şey anlamıyordu bu olanlardan… Kaleme gözü ilişti, işte yine aynı ifadeyle bakıyordu. Sanki gördün mü, der gibi… Ne demek istiyordu şimdi bu? Eline baktı, sonra tekrar kaleme, sonra tekrar eline… Aman Allah’ım!!! Yo hayır olamazdı, hem de kesinlikle olmazdı böyle bir şey, aslında oluyordu da, yazar kabul etmek istemiyordu… Bunca zaman yoksa… “Yoo hayır” yüzündeki dehşeti fark etti, ve daha çok dehşete kapıldı. Bunca zaman aman Tanrı’m…  Eli yumruk şeklinde sıkılı duruyordu ve bu his ve görüntü ona çok tanıdıktı. Sanki elinin bu durumda olduğu ile ilgili çok uzun süre öncesine dayanan hatıraları vardı yazarın, ve bunlar birer birer kafasında beliriyordu. 1 ay öncesi, 2 ay öncesi, 6 ay, 1 yıl, 3 yıl… Derken çok uzun zamandır elinin yumruk şeklinde olduğunun yani bir kalemi tutacak formda ve duruşta olmadığının farkına vardı. Aslında bunun kendisi farkına varmadı, kalemin bu en son ve artık tahammül edilmez isyanı ve cesaretli yaklaşımı yazara karşı, onun farkındalığa erişmesine neden olmuştu. O zaman durum farklıydı, bunca zaman kaleme yüklediği tüm bu suçlamaların, odak noktasında eli, eline emir veren beyni ve beynini kontrol eden ruhu vardı. Ne yani şimdi tüm bu yazamamazlıklar, isteri krizleri, başladığı yazıları yarıda bırakma işinin kaynağı aslında ruhu muydu? Peki neden, ne olmuştu da ruhu böyle bir tepki koyup, elini kontrol altına almış ve onun yazmasını yani ruhunun tercüme edilmesini engellemişti? Ruhun yaşadığı kırıklıklar buna sebep miydi peki? Ya da bu ruhtaki bir bozukluk muydu? Öyleyse bu bozukluğu ya da kırılmışlığı kim tamir edecekti? Doktor, yeni bir aşk…? Kim? Yazar aslında işin en temel noktasının bu olduğuna karar verdi. Kim bu işi düzeltecekti, kim bu adı her neyseyi düzeltip, yazarın elinin tekrar sağlıklı yazmasına ya da ruhunun bu yönde tekrar emir vermesine yardımcı olacaktı. Doktora gitmek kelimesi ona çok komik geliyordu. Bu daha önce de başına gelmişti, kendisinin normal olmadığı söylenmiş ve mutlaka bir doktora gözükmesi gerektiği konusunda çok baskı görmüştü, en yakınlarından bile… Öncelikle onlarla konuşmuştu, aslında kendisinin değil belki de onların gitmesi gerektiğini anlatmış ama klasik bir biçimde karşı taraftan inkar mekanizması ile karşılaşmıştı. Bakmıştı ki karşısındakiler vazgeçmeyecek, “o zaman buyurun gidelim doktora da alalım cevabımızı” dedi günün birinde… Ve sonucunu bile bile doktorun odasından içeri girdi. 1 saat sonunda almış olduğu cevap kendisi için beklenen fakat diğer inkarcılar için sanırım şok olmuştu. Doktor aynen şöyle söylemişti; “ Senin kadar normal bir insan asla tanımadım, hatta dürüstlüğünden dolayı, senin ağzını öpmek lazım” demişti doktor… Ama birçok kişiye göre yazar öyle akıllıydı ki, doktoru bile kandırmıştı. İşte o günden beri yazar kendini “en deli akıllı“ olarak adlandırmaktaydı. O deliydi çünkü sevgisini deli gibi yaşamak istiyordu, o akıllıydı çünkü, bunu yaşayamayacağını gördüğü her ilişkisine bir son vermişti. Alışkanlık, ya da aman boş ver böyle de gider gibi anlamsız ve hayat çürüten durumlara girmemiş, gerçek sevgi arayışına devam etmiş, böylece hem kendini hem de karşısındakini boşuna oyalamamıştı. Bu aslında sadece akıllılıkla değil aynı zamanda doktorun da söylediği gibi ağzı öpülesi bir dürüstlükle adlandırılabilirdi. Ama anlayana tabii ki… Çok anlaşılmadığını hatta hiç anlaşılamadığını çok iyi biliyordu. Belki de bu onu yazmaya itmişti, söz uçar yazı kalır, söz kalıbından yola çıkarak, duygularını, düşüncelerini, yaşadıklarını yazmaya başlamıştı. Çok gençti, bunları yapmaya başladığında, tabiri caizse bıyıkları bile terlememişti. Ama kısa bir zaman öncesine kadar paylaşmamıştı. Zaten dönem dönem yapıyordu bu yazma işini, hep bir tetikleyici oluştuğunda… Ama işte o el yok mu yine kapanmıştı. Ve kabul etmiyordu yazmayı… Bu bir koruma isteği miydi acaba kendini, belki de yazarı…? Peki şimdi yazarı kimden ve neden koruyordu ki, böyle kasılmış ve kalemi eline almaktan imtina ediyordu? Bunu yazarın yeniden yazmaya başlamasına sebep kişi ile alakası olabilir miydi? Eline baktı yazar önce direk, sonra, acaba bir şey kaçırıyor muyum diye aynadan… Eli hala kaskatı idi… Kalemine baktı, kalem ona kafasını sallıyordu, ya da kalemin üstündeki trol hala sallandığından ona öyle geliyordu.

Ama yazar mesajları okumayı çok iyi öğrenmişti. Çünkü Tanrı ona her şey aracılığı ile mesajlar gönderiyordu ve onları süzmek gerekirdi. Bunu daha önce kaçırdığı fırsatlar ve kaybettiği onca şeyden sonra acı bir şekilde öğrenmişti yazar… O zaman mesaj yine doğruydu, yazmaması için ya da yaşamaması ve bunu kağıda dökmemesi için koruyordu eli ve kalemi onu… Ne de olsa çok eskiye dayanan bir ilişkileri vardı üçünün de…

 “Yine acı çekmemi istemiyorlar” sanırım diye düşündü.

Fakat nereden biliyorlardı ki tekrar acı çekeceğini ve bu yaşananın da kötü biteceğini? Dinlemeli miydi onları… ? Bunca acı ve yaşanmışlıktan, bir tek onlar mı ders çıkarmıştı? Kendisi hep mi hata yapıyordu? Bu da mı hataydı? Sevmek hata mıydı? Hele böyle bir durumda O’nu sevmek ve O’nun için bir şeyler yazmak…? O da mı onlar gibiydi? Çok yorulmuştu düşünmekten, oradaki bir koltuğa oturdu, ayaklarını uzattı, eline baktı, aynı … Gözlerini kapadı ve O’nu düşündü.  Düşlerinde öyle bir güzelliği canlandırmaya çalışmak hiç kolay değildi. Dış görüntüsünü zaten ezberlemişti, fakat içten gelen enerjiyi aklında betimlemeye çalışmak imkansızdı. Hele ki bunu yazmak için çok özel bir kalem, diye düşünürken, kaleme doğru döndü ve “ lütfen alınma dostum ama öyle…” dedi, ve aslında çok da özel bir yazar gerekirdi. Yazar hem kaleminde hem de kendinde öyle bir yeti olduğundan şüpheliydi. Denemeye kalkışmak bile o güzelliğe hakaret olabilirdi. O saflığı, güldüğünde yüzünde beliren o ürkek ama hınzır ifadeyi, gözlerine yansıyan, enerjik ama yorulmuş ifadeyi, yüzüne, gözlerine ve hareketlerinin yumuşaklığına işlemiş o tatlı kalbi ifade etmeye çalışmak mı!? Yazarı aşardı kesinlikle, onun bu noktada yapabileceği tek şey, o’nu gördüğü ender ve şanslı zamanlarında, hayranlıkla seyretmek olurdu. E kalem de Yazar’sız işe yaramazdı, o zaman kalem de sadece bakmakla yetinecekti, onun da katkısı buna yetersiz kalırdı. Gözlerini açmaya korkuyordu, sanki açınca o bir anda kaybolacak ve onu bir daha asla göremeyecekmiş gibi geliyordu Yazar’a…

Derin bir nefes çekti içine, daha önce tüm sinir uçlarının DNA’sına kazıdığı o’nun kokusunu tekrar hayal etmek ve hissetmek için… Bir nefes daha ve bir nefes daha, ayaklarının yerden kesildiğini hissetti, daha önce hiç uyuşturucu ile tanışmamıştı, fakat anlatılanlardan sanırım, böyle bir şey olmalı diye düşündü. Şimdi beyninin içinde bir şarkı çalmaya başlamıştı, akustik bir gitar eşliğinde...

As I look into your eyes I see all the reasons why

My life's worth a thousand skies

You're the simplest love I've known

And the purest one I'll own

Know you'll never be alone

My baby you Are the reason I can fly

And cause of you I don't have to wonder why

Ve Yazar o’nun elinden tuttu ve dansa kaldırdı, uçsuz bucaksız bir mavinin kıyısında, dalgalar ve balıkçılların eşliğinde söylüyordu bu şarkıyı… Güneş yavaş yavaş kayboluyordu sahneden ve Ay bu serenata eşlik ederken, yıldızlar birer birer parlıyordu üstlerinde, göz kırparken Yazara… Tüm bu dekor ve sahne o’nun için yaratılmıştı sanki... Evren kendinden bir parça olan bu güzelliğe saygısını iletiyordu. Tanrı o’nu Yazara aşkı ve sevgiyi yeniden keşfetmesi için yollamıştı ve başarmıştı. Zaten Tanrı ve başarısızlık kelimesinin yan yana gelmesi imkansızdı, Yazar kendine kızdı bunu cümle içinde kullandığı için! Şarkı yavaş yavaş akıyordu Yazar’ın beyninde ve kulaklarında… Sahne gittikçe kararıyordu gecenin hakim olduğu perdede… “İşte az sonra yok olacak yine…” diye düşündü. Her zamanki gibi… Peki bir yolu olamaz mıydı, onu devamlı yanında tutmanın? Sanırım cevabını iyi bildiği bir soruydu bu şimdilik ama yine de devamlı her an, her akşam kendine bunu sormadan edemiyordu. Üstelik cevabının her zaman aynı olduğunu bile bile soruyordu. Henüz bilmediği birçok şey vardı Yazar’ın, o da o anda dans ediyor muydu onunla, o da duyuyor muydu aynı şarkıyı, o da… Ve çoğalıp gitti bu sorular her gece olduğu gibi beyninin sol lobunda… Orada hafızaya almıştı yazar o’nu ve ilgili tüm şeyleri… Çünkü kalbine yakın olsun istiyordu her an o’nun… Genelde yazar o’nu arayıp sorardı. Ender zamanlarda kendiliğinden iletişime geçtiği oluyordu. Ama sorun etmiyordu yazar bu tip şeyleri… Bazı insanlar farklı şekilde davranabilirlerdi. Herkesten kendisi gibi olmayı beklememeyi öğrenmişti yazar… Her ne kadar bu tecrübe ona hayatındaki 2 önemli varlıktan uzaklaşmasına yol açmış olsa da, o an için doğru yaptığını biliyordu Yazar… Tekrar olsa aynı şeyi yapardı çünkü… Buna emindi. Keşke’ler olmamıştı hayatında ve olmayacaktı. Ani kararlar almıyordu asla, çok düşünürdü, kararını almadan önce tartardı. Etrafındakilere uzun vadede çok büyük zararlar verebileceği kararlardan hep kaçınmıştı bugüne kadar… Tabii ki alınan kararlar mutlaka birilerini üzerdi, herkesi memnun etmek olanaksızdı zaten…

Şarkılar değişiyordu beyninde, sanırım shuffle mode’a almıştı kendini…

Şimdi çalan şarkı;

I found a way to let you in

But I never really had a doubt

Standing in the light of your halo

I got my angel now

It's like I've been awakened

Every rule I had you breaking

It's the risk that I'm taking

I ain't never gonna shut you out diyordu…

Ne çok isterdi bir haresinin olmasını ve o’nun onu görmesini… Evet asla bir melek değildi, olamadı, ama eskiye göre o kadar farklıydı ki… Okumak ve yazmak o’nu eğitmişti. Şimdi çevresine pozitiflik aşılayan ve herkesin akıl danıştığı biri olarak biliniyordu. Ve bu çok hoşuna gidiyordu ruhu bununla besleniyordu, yazdıklarını ve tecrübelerini paylaşmak Yazar için en önemli yaşama sebebiydi ve bunları hayatındaki en önemli 2 küçük varlığa aktarmak... Üçüncü kişinin ise O olmasını çok isterdi. Ne çok şey düşünüyordu. Beynim patlayabilir bir gün sanırım diye güldü kendine. Göz ucuyla, dostu kalem’i yokladı; “ne çok düşündün, hadi bu düşünceleri kağıda dökelim” der gibiydi. Kırmadı dostunu, el ele tutuştular ve başladılar yazmaya…  Yazdı, yazdı ve yazdı… Saatlerce sürdü yazması, kalem de, o da büyük keyif alıyorlardı aslında aynı şeyi düşünerek yazmaktan, sanırım ortak zevklerini bulduklarında onları kimse durduramazdı. Son zamanlarda hiç bu kadar keyifle, içtenlikle ve isteyerek yazdığını hatırlamıyordu Yazar… Yine bir katarsis (duygu boşalması) yaşıyordu; bu kelimeyi dün öğrenmişti ve çok hoşuna gidiyordu. Böyle hoşuna giden kelimeleri sık sık, ilkokul derslerindeki gibi cümle içinde kullanmayı seviyordu Yazar… Sonra her boşalmanın sonundaki şey oldu, birden durdu. İşte yine aynı şeyi yapıyordu beyni ona… Mantığın dengeleme zamanı gelmişti o çok coşan kalbi… Bu öyle bir andı ki Yazar için, hani hapse düşersiniz de, sizi ziyarete gelirler ve çok mutlu olursunuz, fakat gardiyanın cümlesini duyarsınız, “görüş bitmiştir!” ve o coşku, sevinç sonra erer, tekrar yalnızlığınıza geri dönersiniz, hücrenizin içine… İşte kalbinin gardiyanı, mantığı, gelmişti yine, ama cümle farklıydı biraz “gerçeğe dön dostum” diye yankılanmıştı, mantığın bağırması, kulaklarında… Gerçeğe dön, diye tekrarladı yazar, gerçeğe dön…Gerçekler; şu an için var olan ve değiştiremediğin gerçekler… Kalem de duymuştu bunu ve merakla yazarın bu gerçekleri açıklamasını bekliyordu, fakat Yazar gözlerini bir noktaya dikmiş ve kalemin boş bakışlar şeklinde adlandırdığı gözlerle bakıyordu. Bir şeyler yitip gidiyordu o anda Yazar’ın içinde, görebiliyordu, çünkü onu tutan eli gevşemişti, gözlerindeki o ışıltı kaybolmuş, yerini hafif bir neme bırakmıştı. Bu anı biliyordu kalem, Yazar şu anda mantığı ve kalbi ile bir konferans yapıyordu kendi içinde, ama gözlerdeki hafif nem, bu konferansa davetsiz bir misafirin varlığına işaretti. Bunun kim ya da ne olduğu ile ilgili birkaç seçenek vardı ama kalem o kadar da yetenekli ve canlı değildi bunu anlayacak kadar… “nasılsa yazar ve okuruz “ dedi kendi kendine… Kalemin bu avantajı vardı, herkesten önce öğrenebiliyordu yazarın gönlünden ve aklından geçenleri, bakalım dedi bu sefer neler oluyor. Yalnız içindeki his yazmakta oldukları hikayede ki gidişatın değişebileceğini söylüyordu. Çok emin değildi aslında ama içine doğmuştu işte… Yazarın eli iyice gevşedi, bakışlar daha da sabitlenmişti boşluğa, kalem kendini yuvarladı masanın üstüne daha iyi görebilmek için yazarın yüzünü ve daha iyi anlayabilmek için neler olduğunu… Bakışlar ve gözlerdeki ifade hala aynıydı. Bir üzüntü vardı, bir hayal kırıklığına giden üzüntü, ama aynı zamanda yaptığından emindi bakışlarında, “Hayır ben hata yapmadım diyordu. Ama olabilir, böyle şeyler…” Fakat tüm bunların altındaki üzüntüyü saklayamıyordu işte… Keşke şimdi ona bir kadeh şarap koyabilse ve bir de sevdiği bir müziği açabilse idi. İşte en çok böyle zamanlarda kahroluyordu sadece bir kalem olduğuna… Kendisine o kadar güzel kelimeler yazdıran adama böyle anlarda yardım edememek çok koyuyordu. Yapabileceği tek şeyi yaptı yine bu tip durumlardaki, uzandı kağıdın yanına ve beklemeye başladı yazarın yüzündeki üzgün ifadeyi çaresizce seyrederken…  Gece güne dönerken evrende, ve odanın titrek ışığı yerini güneşin kendinden emin ışıklarına bırakırken evin içinde, Yazar tükenmişliği hissetti içinde… Halbuki yeni bir gün doğuyordu yeni bir umutla… Hadi ama sana öğretilmemiş miydi Yazar Efendi? Tanrı her gün güneşi çıkartırken alacakaranlıktan, Tanrı’nın melekleri vardiya değiştirirlerdi. Ve her değişen vardiyada melekler Tanrı’ya kulun bir gün önceki 12 saatlik dilimde yaptıklarını raporlarlardı. Bu işlemin aynısı, güneşin nöbetini geceye bıraktığı saatlerde tekrar edilirdi. Kulunun o günkü durumundan emin olan Tanrı, mutlaka onu ödüllendirirdi. Bu hep böyle olmamış mıydı, her ne kadar insanlar Yazar’ın üstüne gelip üzseler, haksız yere suçlasalar, ruhuna eziyet etseler de, Yazar her Tanrı’ya yakın geçirdiği günün ardından ödüllendirilmişti. O zaman her inançlı geçen günün, evrene ve Tanrı’ya karşı görevlerini yerine getirdiği günün akabinde ödüllendirilecekti. Çok sevdiği bir deyimdi “kasadan Z raporunu almak”… Hemen kasasından bir önceki günün Z raporunu aldı. Kimseyi kıracak bir şey yapmamıştı, bilgilerini herkesle paylaşmıştı, inancını korumuş ve her şeyden önemlisi sevgisini korumuş ve şükretmişti her şey için… Sanırım olumlu bir rapor sunacaklardı melekler onun için… O zaman şimdi yeni doğan güneşe uymak ve ışık saçmak gerekiyordu… Evrenle uyum halinde olmak önemliydi Yazar için… Evrenle uyum içinde olduğunda, evren ona her dilediğini veriyordu. Çünkü evren de vermeyi seven Tanrı’nın elinden çıkmıştı. Ve Tanrı, tek Tanrı almadan vermeye kadirdi. Yüzünde yorgun bir gülümseme belirdi ve gözünden bir damla yaş yanağının üzerine doğru süzüldü. Tanrı’yı her bu şekilde düşündüğünde olan doğal bir tepkisiydi ruhunun bu… Sanırım sadece iç sesi ile değil, vücutta bu reaksiyonuyla şükrediyordu Tanrı’ya, bir damla gözyaşı veriyordu vücut yaratıcısına ruhu ile beslediği… Gözyaşı bir damla su ve su da hayattı… Hayatını sunuyordu şükranla Tanrı’ya ve evrene onların kendisine sunduğu bu güzel hayata karşı… Bunca güzel duyguyu yine kağıda dökmek gerekiyordu artık, zaten kalem sabırsızlanmaya başlamıştı… Sevmiyordu uzanıp yatmayı kağıdın yanında, ya da dikine yerleştirilmeyi bir bardakta… Çünkü kalem de yazmak için yaratılmıştı… İnsan sevmek için vardı bu dünyada, keza Yazar da… İçinde sevgi olmayan insan yaşamıyordu Yazar’a göre… Tabii aslında yaşıyordu ama haybeye… Sevgisiz insan nasıl hayatı boşa geçiriyorsa, çünkü Tanrı sevgiyle yaratmıştı insanı, ve sevgiyle yaratılan ve yaratıcısı tarafından bu kadar çok sevilen bir varlık ta sevmeliydi, sevmemesi yaratıcısına ihanet olurdu ve eminim her bu tür ihanet sevdiği varlığa zulüm etmekten kaçınan ve her şeye karşı onu koruyan Tanrı’sını kahrediyordu. Kalemin de yaratılış amacı yazmaktı, ama Yazar’ın Kalemi’nin amacı “Sevgi”yi yazmaktı. O zaman ne bekliyordu ki hala? “Hadi” dedi kalem “bana sevmeyi anlat”, anlat ki ben de yazayım. Yazayım ki herkes öğrensin, öğrensin ki herkes sevsin, sevsin ki, Tanrı’yı mutlu edelim, edelim ki Tanrı’da keyifle seyretsin yarattığı en üstün varlığı ve cennetinden çıkararak ona bahşettiği en üstün duyguyu…  Gerçek sevgiden bahsetmek istiyordu Yazar, gerçek insanların yaşadığı… Garip geldi değil mi size bu? Hangi “gerçek” insanlar? Hepimiz gerçeğiz… Hayır! Yazara göre herkes gerçek değildi. Hayatı bir çeşit maskeli baloya benzetiyordu. Her gün ayrı bir konseptte yapılıyordu balo insanlar için… Her ayrı gün, her bir birey ayrı bir maske takıp geliyordu hayatın sahnesine, o günün konseptiyle ilgili… Çok büyük bir çoğunluk maskesini çıkartmaya cesaret edemiyordu oyunun içinde kalmak için… Dolayısıyla bu dünyada yaşanan sevgiler maskeleniyordu. O iki kişinin yaşadığı sevgi değil, o günkü maskelerinin onlara oynattığı iki karakterin yaşadığı sevgiydi. Kimse kendi gerçeğiyle yüzleşemediği için belli bir süre sonra zaten bu maskelerden en sevdiklerinden bir ya da ikisini benimseyerek, onları devamlı takmaya başlıyorlardı. Ve maske onları ele geçiriyordu kişiliklerinde yavaş yavaş… Bir etiket gibi yapışıp kalıyordu maske ve betimlediği karakter sizin kendi persona’nıza… Bundan kurtulmak büyük cesaret işidir. Çünkü bir bakarsınız ki bu maske size, bir aile, çocuklar, araba, ev, rahat bir yaşam ve daha sayamadığınız bir sürü imkan sağlamıştır. Çok fazla kimse görmemiştir Yazar, tüm bu imkanları elinin tersiyle itip, kayıplarını ölçüp, kendi personasını bulmak için arayışa çıkan bir birey… Kendisinden başka… Evet kendisi bunu yapmıştı, oldukça sancılı bir dönem sonrası, maskelerini atıp, ben, gerçek ben olmalıyım diye tam da yukarıda saydığım her şeyi bir kenara bırakıp, arayışa geçmişti. Çünkü hayattaki rolü, onun için biçilmiş bir rol değildi. O sevgi insanıydı, sevgiyle beslenmesi gerekiyordu ve kendi taktığı maskeler ve etrafındakilerin taktığı maskeler, onun bu rolü oynamasına izin vermiyordu. Şimdi gerçekten huzurluydu ama… Bu kendi personasını arayış olumlu sonuçlanmıştı hem de kendi tahmin ettiğinden çok daha kısa bir sürede… bu arayış tabii ki kendisinden başka birkaç kişiyi üzmüştü, belki en çok ta çocuklarını, ama zamanı geldiğinde, onlara anlayabilecekleri şekilde anlattığında nedenleri, O’nu çok iyi anlayacaklarına emindi. Ne de olsa onlar Yazar’ın kanından, canından ve DNA’sından geliyorlardı, bir yerlerde bu arayışın getirdiği genetik şifreler aynıydı Peki neden insanlar kendi olamıyordu? Neden maske takmak zorunda hissediyorlardı kendilerini? Özellikle de sevgi boyutunda? İş dünyasında anlayabilirdi, gerektiği yerde anlık birkaç maske takıp çıkarmayı… Sevgide maske takmak ise düpedüz hayattaki en büyük sahtekarlık idi. Karşındakine değil, kendine yaptığın sahtekarlık… Yazarın inandığı bir şey vardı ki, bu biraz herkesin inançlarından farklılaşıp, Yazar’ı ayırıyordu ciddi anlamda… “İnsan ne yaparsa kendine yapar. Yapılan her hareket aslında karşındakine değil, senin kendi nefsine karşı yapmış olduğun bir girişimdir”… Bunu anlamak için tabii önce maskeleri çıkartıp, kendi personanı keşfetmen ve bu konuda da kendine dürüst olman gerekiyordu. Sen eğer yaptığın harekette veya söylediğin sözde kendinle barışık kalabiliyorsan, o zaman doğrusundur. Eğer bunu yapamıyorsan ve içinde “neden söyledim, niçin yaptım” gibi sorular beliriyorsa, inan karşındakinden daha çok, kendi nefsine eziyet etmeye başlamışsındır. Ve biliyorum inanın, karşındakinin gönlünü alırsın bir çiçek ya da bir çift sözle ama, eğer kendi nefsini tamir etmek, karşındakinin gönlünü almaktan uzun sürüyorsa, o zaman yaptığın yanlış ne kadar büyük olursa olsun, sen de o kadar büyük kalbi olan ve doğru bir insan olma yolundasın demek… Şaşırdınız değil mi? Tamam uzatıp, sizi fazla merakta bırakmayacağım, işte açıklaması: “Çünkü nefsinde bunu sorgulayıp, bunu düzeltmeye çalışıyorsun demektir. Ve bu da kendi personanı bulma yolunda önemli bir adımdır” Nefsine verilen acı aslında senin cehennemindir. Bu acı son bulduğunda yani sen nefsini düzelttiğinde sana verilecek ödül ise daha iyi bir insan olmandır. Ve işte bu da senin cennetindir. Gördün mü tam da Tanrı’nın dediği gibi, en küçük hatanın bile cezasını çektin ve şimdi de en küçük bir iyiliğin için ödüllendirileceksin. Kalem şaşkınlıktan sadece yazıyordu, kendisi bile ne tepki vereceğini bilemiyordu, o coşan kalem, o hüzünlenen kalem, şimdi ne yapacağını bilemiyordu. Bu bilgi ağırdı. Keşke yazar biraz dursaydı da o da bu bilgiyi sindirebilseydi. Durdu yazar, yazmayı bıraktı. Gerçek sevgiyi anlatmadan önce gerçek insana değinmesi gerekiyordu daha iyi anlaşılabilmek için… Evet… Sindirilmesi gerekiyordu bilginin…  Çok sevdiği opera sanatçılarından birisinin plağını koymuştu pikabına, sevdiği operalardan bir parça “la donna e mobile”… Neden kadınlar böylesine değişkendi? Normalde “essere mobile” fiilinin İtalyancada ki gerçek anlamını kullanmaktan kaçınmıştı kalem… Neden onlarla ya da onlarsız hayat hep anlamsız kalıyordu? Kadınsız bir hayat, düşünmesi bile depresyona sürüklerdi yazarı… Peki ya kadın ile var olan bir hayat nereye sürüklerdi insanı? Tabii ki cevap; "birçok yere"… En çok ta sen nereye sürüklenmek istersen oraya, emin ol buna… Kadın rüzgarda bir tüy gibidir; kalbindeki rüzgar onu nereye sürüklerse, oraya uçar, bazen rüzgar sana doğru eser, bazen tersine… Kimi zaman koşarsın tüyün peşinden kimi zaman kaçarsın tüy üstüne gelmesin diye… Kaçan kovalanır, kovalanan kaçar adlı saçma oyunu oynarsın. Bu oyun baya bir kişiyle oynanabiliyordu. Düşün bir; biri seni kovalıyor, sen kaçıyorsun ama kaçarken de birini kovalıyorsun. Bu arada seni kovalayanı da biri kovalıyor, kaçan da aslında kaçarken ondan seni kovalıyor. İşte hayat… Gülünç… Komik… Acınası… Zavallılık belirtisi bir durum Yazar’a göre… Anahtar kelime mi? Birkaç tane var: iletişim, açık sözlülük, dürüstlük… Örnek mi istiyorsunuz hala daha? “Hey kovalama beni, çünkü ben senden kaçmıyorum, ben aslında başka birini kovalıyorum, koşmamın sebebi budur, yorma kalbini boşuna…” “Lütfen beni kovalama, henüz yakalanmaya hazır değilim” “Lütfen ben kaçmıyorum, sadece kovalanmaya hazır değilim henüz” Tüm bu cümleler sadece anlık acı verir ve geçer gider o acı kısa sürede… Hangi acı kalıcıdır ki zaten söyleyin bana… Hele ki yukarıda bahsettiğim gibi başlangıç seviyesinde alınmış az dozda acıdan bahsedersek. Ruh ve vücut bu kadarını kaldırabilir. Esas önemli olan kovalanmaya izin verdiğiniz takdirde, kovalayanın yorgunluğuna eklenen acıdır. İşte bu acının iyileşmesi uzun süre alabilir. Alabilir diyorum, çünkü göreceli, kişiden kişiye değişebilir. Bazılarına hiç acı vermez, aynı Yazar gibi… O sadece üzülür insanlar için… Çünkü insanların bu tip oyunlara ihtiyacı olmamalıdır diye düşünenlerdendir. Oyun çocuklara hastır. Belli bir yaşa gelmiş yetişkinler, oyun oynamak yerine gereken hassasiyette yaklaşmalıdırlar yakınındakine. Çünkü Yazar bilir ki, sen bugün o hassasiyeti göstermezsen, evren dengeyi kurmak için aynı durumda seni bırakacaktır bir gün… Halk dilinde bu bir cümle ile anlatılır : “Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi asla başkasına yapma”… Yazar bu cümleyi acı tecrübelerle öğrenmiştir. Acı derken, gerçek acıdan bahsedebiliriz burada. Vücudun değil, nefsin çektiği acıdan bahsediyordu kalem, bunu söylerken. Tenor çok içten söylüyordu bu parçayı, belliydi, o da yaşamıştı bir “La donna“ ile mobile bir durum… Kim yaşamamıştı ki? Kadınlara da sormak lazım aslında peki; “ Anche l’uomo é mobile?”  Yazar, yazılarını bitirdiğinde, kendine ait bir blogta yayınlıyordu parça parça, gün be gün… Genelde çok yorum gelirdi, çok ta güzel yorumlar gelirdi yazdıklarına… Etrafındakileri paylaşmaya alıştırmaya başlamıştı. Zaten tek yapmak istediği buydu yazarken… Fakat son yazısına herhangi bir yorum getirmemişti kimse, ne bir kadın ne bir erkek… Çok ilginç oysa soru kritikti.

 “Anche L’Uomo é mobile?” (Erkek de değişken midir?) .


Buna kadınların acımasızca yorumlar getireceğini tahmin ediyordu oysa… Ne de olsa her kadın hayatında en az bir kere, bir erkekten ciddi anlamda bu tarz bir davranışı görmüştür. Evet, yazarda tabii ki yapmıştı bunu belki 1, belki 2 kadına hayatında… Peki, herhangi bir erkek çıkıp, “evet ben de bunu yaptım” diyebilecek miydi? Bunu çok merak ediyordu. Yoksa o maskülen maço genler bu itirafı yapmaya izin vermeyecekler miydi? Aslına bakarsanız, kadınlar da erkekler gibiydiler. Onların da bazı genleri bu tarz itiraflara engel koyuyordu. Ben kadınlarda buna “kurban psikolojisi” diyorum. Bu psikolojik süreç bir sürü “ah ve vah”lar arasında geçen göreceli bir süreçtir. Yani bir ay da sürebiliyor, bir yıl da… Hatta bazı zamanlar işi abartıya kaçırıp, bu psikoloji ile beslenen kadın ve erkekler de görmüştü. Bunlar için kendi tanımı “ruhi sado-mazoşist” idi… Acı çekmek… Ruha acı çektirmek… Ne kadar dayanabilirdi bir kişi buna. Kolumuza bir iğne batırsak “ah” diye bağırır ve iğneyi elimizden hemen atarız değil mi? Peki ruhumuza nasıl bu kadar işkence çektiriyoruz ve ruhumuza her gün binlerce kez milyonlarca kez iğne saplıyorken iğneyi elimizden bırakmıyoruz, bırakamıyoruz. Zevk mi veriyor, sanmıyorum. Bununla mı besliyoruz ruhumuzu yoksa, ama neden öyleyse? Bir insanın kendine acı vermesi neden? Yarın ne olacağını bilemediğimiz bir hayatın belki son anlarını acı içinde geçirmek neden? Yazarın bu konuda bazı tezleri vardı elbette… Bunların en önemlisi; insanın kendi kendini cezalandırması idi… İstemli ve istemsiz… İlişkide ki sonlar hiçbir zaman tek bir kişinin yaptığı hata ile olmaz, öncelikle bunu herkesin kabullenmesi gerekir. Terk edilenin de, ter edenin de… Terk eden; terk ettiği kişide kendine uygun bulmadığı bazı davranışlar ya da karakter özellikleri yüzünden terk ederken, terk edilen de aslında belki de bu tarz özellikleri, terk edenin kendisine yaptığı bazı hatalardan sonra bünyesine yerleştirmiştir. Karışık mı geldi? Aslında çok basit… tekrar okuyun, sonra tekrar… Çünkü aslında bu bir devinim… Sen bana, ben sana, e sonra sen yine bana, e sen banaysa, al o zaman ben de sana tekrar durumu… Yani terk eden her zaman haklı değildir, terk edilen de her zaman masum değildir. Kimsenin “kurban” rolü oynamasına gerek yoktur burada. Herkes biraz Yang’ dır, anlayacağınız. Ve ayrılık sonrası kalınan yalnız zamanda işte tüm bu hatalar film gibi geçirilir, insanın belleğinden… “keşke böyle yapmasaydım, acaba bu yüzden mi böyle oldu, o hareketi yapmasaydım böyle olmayabilirdi belki ya da o sözü söylemeseydim, ya da ona sevgimi daha açık gösterseydim, ya da, ya da, ya da… Ve bunu böyle sayfalarca uzatıp götürebiliriz. E peki neden yaptın veya yapmadın?! Yaptın ya da yapmadın. Yaptıklarınla ya da yapmadıklarınla artık kaybettin, bitti. “Game Over”, “Finito”, “La Fin”… Ama sadece bu bölüm… Bu çok tutulan filmde yönetmen, devamını çekmeye kararlı… Serinin diğer filmleri de gelecek, bazıları bu bölüm kadar beğenilmeyecek, bazıları bu bölümden daha büyük sükse yaparak bu bölümü gölgede bırakacak. Yönetmen senaryoyu her an sana posta ile, ya da e-mail ile gönderebilir. Sakın okumadan geçme, sakın göz ardı etme. Sonra bir bakarsın ki serideki rolü bir başkası kapmış ve sen sadece biletli bir seyircisin. Ve oturduğun sıra çok ta kötü bir yerden olabilir. Bu senin “hayat” filmin, bunun kitabı da var tabii ki… kitapta yaşadığın şey ise bir bölümdü. Okudun bitti. “Anlamadım tekrar okuyayım ben” bunu yapamazsın, kitabı geriye doğru dönüp okumak, o bölümde yaşadıklarını değiştirmeyecek çünkü o bölüm yazıldı, basıldı ve yayınlandı. Değiştiremezsin artık, aynı geçmişi değiştiremeyeceğin gibi… Ha anlamadın mı gerçekten? Yapabileceğin tek şey çabucak göz gezdirip, sayfayı bir sonraki bölüme doğru çevirmek, bir sonraki sayfa beyaz, bembeyaz, o sayfayı sen yazacaksın. Bir önceki bölümdeki hikayedeki baş karakterin hatalarını gör ve bir sonraki bölümde bunları düzeltmeye çalış. Sen bunu yazarken, hikayene editörün bazı karakterler sokacak. Bunları değerlendir. Sakın geçmişteki başrolü paylaştığın karaktere takılma… çünkü o karakterde kendi kitabına devam ediyor, belki başka bir karakterle… başka bir hikayede… Kitapta zaman zaman sana bazı mesajlar sunulur, bunları iyi süz. Bu kitabı yazmaya devam etmek için hayatı iyi süz. Kitabının mutlu sonla bitmesini en çok editörün, sonra da etrafındaki herkes isteyecektir. Karakterlerini iyi seç hayat hikayenin... Her zaman sana bir şeyler katabilecek, olumlu anlamda, kişisel gelişiminde, destek olabilecek ve seni taşıyıp, büyütebilecek kişiler seç. Ve yaz onlarla olan hikayeni, hayatını… Diğer başrol hayatının hikayesine girdiğinde kendini gösterecektir çok açık zaten. Yapman gereken mesajlara açık tutmak her bir duyunu ve yakalamak onu... Yönetmen de sen yazdıkça filme dönüştürecektir bu hikayeyi, an be an, sen yazacaksın o görüntüleyecek bunları. Her gün tekrar tekrar, şunu duyacaksın: “Hayatın Hikayesi” “ Çekim bilmem kaçıncı yıl, bilmem kaçıncı gün” “Hazır” “Kamera ve Motor”… Bazen ertesi gün yönetmen sana bazı sahneler için tekrar çekim hakkı verecektir, ama unutma her bir karakter başta senin hikayende misafir oyuncudur, çünkü aslında onlarda başka bir yerde kendi filmlerini çekiyor ve kendi hayatlarının kitabını yazıyorlardır. Yani her an gidebilirler. Kalanları ise her şeye rağmen, yönetmen artık hayatlarını kesiştirmeye karar vermiştir, ve onların sahnelerinin büyük kısmı artık senin sahnelerinle beraber akacaktır filmde… Tabii bu onların kadar senin performansına da bağlıdır. Dediğim gibi eğer tekrar çekimlerin nedenlerini kaçırırsan ve yönetmen o karakterlerin beraber performansından memnun olmazsa, karakteri çıkartıp, seni ondan, onu senden , her birinizin filmini ayrı çekmeye devam eder, başka karakterlerle, belki mutlu sona götürecek, belki hüzne sürükleyecek başka karakterlerle… Kitap yazılıyor elinde kalem olsa da olmasa da, hareketlerinle, düşüncelerinle, düşüncene etki eden nedenlerle… Kitabın mutlu devam etmesi istiyorsan, mutlu şeyler düşünmelisin. Kötü düşünceler seni uçurmaz. Thinker Bell sana perilerin uçma tozundan verebilir ama ancak mutlu düşüncelerle birleştirirsen bu tozu, sen de Peter Pan gibi uçabilirsin. Ve kitap yazıldıkça, geriye dönüp düzeltme şansın da yok. Eğer bir yerde hata yaptım diyorsan bölüm bitmeden düzelmek istiyorsan geri dönüp göz at ve ertesi, ertesi sayfa bunu düzeltecek düşünce ve hareketlere yönel… Yönel ki bu bölümde hüzünlü bitmesin. Yönel ki kitabın seyri mutluluğa doğru değişsin. Bu da filmini mutlu sonla biten bir film olma yolunda yönetmenin sahneleri yeniden yazmasına kadar götürsün. Unutma! “kamera! Motor!” Yazarın da hayatı filme çekiliyordu, gün be gün, an be an… Yazar yazıyordu hayatını, editör düzenliyordu, yönetmen çekiyordu filme… Yönetmen bazen ona başrol oyuncuları sunuyordu, bazen de yardımcı… Yazar başrol oyuncusu kabul etmiyordu şimdilik filmine… Yardımcı oyuncular ise, filmler de her zaman çokça var olması gereken karakterlerdi, her rol için, filmin zenginliği onlara da bağlıydı. Ama başrol; artık tek bir oyuncu olmalıydı bu, eğer film mutlu devam etmesi ve mutlu bitmesi isteniyorsa. Yönetmen de bunun farkındaydı. Ve ona sadece bir tane sunmuştu başrol adayı, sadece bir tane… Şimdi senaryoyu okuyordu, başrol adayı… Çünkü aslında yazar yazmıştı senaryoyu, detaylarıyla değil fakat ana hatları ile belliydi, mutluluğun anahtarı… Detayları çekimler esnasında doğaçlama ile kendileri belirleyecekti. Bunu çok seviyordu Yazar… Improvision… İşin en keyifli yanıydı keşfetmek ve keşfettikçe yaşamak ve sevmek…  Haydi filmin bugünkü çekimlerine misafir olalım. Set çok telaşlı, ama tatlı bir telaş var, insanların gözünden anlaşılıyor. Herkeste bir gülümseme var, az sonra çekecekleri sahne çok özel çünkü… Bugünün sahnesinde kameralardan birkaçı bir doğum günü pastasına zoom yapmış şekilde… Üstüne bir sürü mum konmuş çok lezzetli bir pasta var masanın ortasında… Işıl ışıl yanıyorlar, mumlar. Mekan sonsuz… Karakterler flu, ön planda sadece doğum günü sahibi, pasta ve üzerine yazılmış yazı var… Biraz doğum günü sahibinden bahsedelim, ne de olsa başrol onun bugün… Başarılı bir oyuncuya benziyor. Sonuçta bunca sene bir sürü sahne çekmiş, bunca seneyi yaşayarak bugüne kadar gelmiş birinin başarısız olmasına imkan yok zaten. Mutlaka birçok kötü badire de atlatmıştır, gözlerinin içine dikkatlice baktığınızda görebilirsiniz. Ama zaten hangi başrol oyuncusunun gözlerinin içine baksanız aynı yıpranmışlığı görürsünüz hatta yardımcı rol oyuncularının, hatta figüranların bile… Belki yönetmenin bile yorgunluğu vardır. Kolay değil ki her gün milyarlarca film, trilyonlarca sahne çekmek ve bu sahnelerde oynayan her bir oyuncunun performansı ile teker teker uğraşmak… Ama başrol oyuncusunun gözlerinin içine baktığınızda aynı zamanda umudun, ve sevginin parıltılarını da görebilirsiniz. Hani gözlerinin içi gülüyor derler ya, aynen öyle… Ben fazla kaptırdım sanırım kendimi; seyrettiğiniz güzel bir filmde başrolü oynayana aşık olursunuz ya… Başrolün etrafında birçok yardımcı rol oynayan kişi var, hepsi mutlu gözlerle, O’na bakıyorlar. Hepsi ne kadar da O’nu seviyorlar, ne güzel, ne hoş bir senaryo yazılmış bugüne, ve yönetmen de bu senaryoyu ne kadar özenle çekiyor. Hediyeler var, kimi somut, kimi soyut hediyeler… Bazıları bir şeyler almış getiriyor O’na, bazıları gönlünden ve kalbinden bir şeyler gönderiyor. Yazar bu sahneyi hayranlıkla seyrederken, filmin başrol oyuncusuna olan aşkını hediye ile onurlandırmak istediğine karar verdi. Şimdi hediyeyi sipariş etme zamanıydı. Kalem siparişi yazmaya girişti. Fakat bir dakika… Farklı bir şey olmalıydı hem somut, hem soyut, herkesin verdiklerinden farklı, bir o kadar da her iki kavramı birden barındıran… Yazar en güzeli yazmak dedi kendi kendine, kalbimin tercümesini yazmak. Bugün senle doğdum ben de, gece 12’yi vurduğunda yalnızlığımda... Tanrı sana bugünü armağan ederken biliyordu, seneler önce, Bir gün, seni de benim hayatıma armağan olarak yollayacağını elbet... Yeni güne güneşle uyan, senin için saçsın ışıklarını hayatına bugün, Derin bir nefes al ve bırak kendini hayatın seni seven kollarına O, bugün sana en güzel sürprizleri hazırladı, yönetmenin de yardımıyla Ve somut hediyesini ekledi şiirine, sonsuzluğu ve sevgiyi ifade eden 100 adet kırmızı gülle taçlandırmak istedi, O’nun bu güzel gününü, ve O’na olan sevgisini… Tek bir not koydu üstüne çiçeklerin; “Melek” Anlayacaktı elbet bu notu…  Birkaç gündür yazarın yazdığı en son kelimeydi “Melek”… Yazmak lazım, yazmaya devam etmek lazım diyordu, kendi kendine, ama Melek’ten başka bir şey yazamamıştı son zamanlarda, ve başka ne yazabileceğini de bilmiyordu. İnsanlar da alışmıştı Melek’e… Melek’ten başka bir şey yazsa da, herkes O’na ne olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. Başka bir sürü hikayesi vardı geçmişten yazarın, bugüne taşıdığı, yaşanmışlıkları vardı. Ama herkes yaşanmamışlığa, ümide bağlanmıştı yazılarında… Geçmiş ilgilendirmiyordu onları, gelecek ise meraklandırıyordu. Halbuki, geçmişte ne çok ders vardı alınacak, geçmişi bilmek gerekirdi, geçmişi tatmak, geçmişin güzelliklerini zaman zaman gözde canlandırmak, ama asla takılıp kalmamak. Geçmişini seviyordu yazar da, her ne kadar sırf kalp kırıklıkları ile dolu da olsa, yaşanmışlıklara pişman değil, aksine müteşekkirdi. Çok güzel anıları vardı geçmişten, bunları da paylaşmak istiyordu, çünkü bu anıları her hatırladığında her türlü incinmişliğe rağmen, gülümseyip, kalbinden o anlara ve o anları ona yaşatanlara teşekkür gönderebiliyordu. Şimdi bunları da yazdırmak istiyordu kaleme… Kalem zaten dünden hevesliydi yazmaya, her ne olursa yazarın kalbinden kopup gelen… Biraz olsun Melek’i aklından çıkarıp başka şeyler yazmak istiyordu. Çünkü Melek’ler mutluluk verdikleri sürece Melek’tiler. Şu anda hissettikleri ise Yazarı korkutuyordu. Unutmak zorunda kalıp, onu da diğerleri gibi kalbinin bir köşesine yerleştirip, üstünü örtüp, derin bir uykuya yatırmaktan korkuyordu ona olan hislerini. Çünkü biliyordu ki, Yazar kaleminin yazdığını bir kez sildi mi, kalem bir daha asla yazmıyordu aynı ismi… Kendi kendi ile kavga ediyordu çoğu zaman… Kalbinin beyni, bekle derken, beyninin kalbi, üzüntüyü engellemek için devam et diyordu. “Devam et… Sen bu dünyaya mutlu olmaya geldin, mutluluğun olmadığı ortamları hep reddettin, şimdi neden duruyorsun orda, ne için duruyorsun? Devam etmen gerekmiyor mu hayatına, bakman gerekmiyor mu etrafındaki diğer güzelliklere…” Bilmem diye iç geçirdi, dudaklarını bükerek, 4 yaşındaki kızı da, bilmediği bir soru sorulduğunda aynı hareketi yapardı. “Kızına bak babasını al.” dedi gülümseyerek… Ah şu kalp ile beyin ne zaman anlaşabileceklerdi ki… Bugüne kadar her ikisini de dinlemiş ve sentezleyerek hareket etmişti. Ama bu sefer yaşanmışlık yoktu ki… Neye göre karar verecekti? Yaşanmışlık sadece birkaç sohbet, birkaç mesaj ve… İşte o kadar, diye geçirdi içinden, işte o kadar… Kafası çok karışıktı. “Beklemeyi bırakmam gerekiyor.”, dedi. İyi de bu durumda yapılacak yalnızca iki şey vardı. Bunlardan birincisini zaten yapmıştı, birçok girişimi olmuştu, birkaç sohbet ve birkaç mesajın ötesine geçmeye çalışmıştı. Daha fazlasına gerek yoktu. Sonuçta her ne kadar aşkta sevgide gurur yoktur klişesi dillerde dolaşsa da, inanmazdı bu tip klişelere… Ona göre olmalıydı, gurur önemliydi. Gurur derken, yanlış anlaşılmasın kapris değil… Çünkü bunu söyleyen o anlamda söylememişti, fakat anlayanlar kapris olarak algılıyorlardı bunu… Evet, aşkta ve sevgide kapris olmazdı, ama gurur olmalıydı. Daha fazla kendini sunmak, çok ta tercih edeceği bir şey değildi bundan sonra… Zaten yeterince bunu yapmıştı, açık sözlülükle ve tüm dürüstlüğü ile… Diğeri ise, alınacak daha da radikal bir karardı. Ve bunca hissin üstüne, çok ta adil olmazdı, ama seçeneklerden biri olarak her zaman vardı; sırtını dönüp diğer tarafa doğru yürümek. Her ne kadar kalbinin beyni buna şiddetle itiraz ediyor olsa da… Sonuçta bu hislerin esas sahibi idi, tüm o şiirlerin ve yazılan yazıların sahibi; kalbi… Ama hayatın üzülmeye değmeyecek ya da kendini üzmeye değmeyecek ve ileriye bakmayı gerektirecek kadar değerli ve belki de gerçekten çok kısa olduğuna inanıyordu yazar… “Keşke…” dedi, Melek’de bunu bilebilseydi. Hayatında ağzından ilk defa bu kelime çıkmıştı, bir başkası için dilediği bir “keşke” idi. Yoksa kendini mi kandırıyordu?  Yazar orta yaşlarda idi, hayatın orta yaşlarında… Tabii bu onun kafa kağıdındaki yaşı idi. Nüfus cüzdanını eline aldı. Şöyle bir baktı, isminin ve soyadının doğru yazılmış olmasını ne kadar çok isterdi. Halbuki mecbur kalmıştı o ismi ve soyadını kullanmaya… Aslında yazdığı hikayelerde çok açık belirtmişti gerçek ismini ama buraya kadar okuyanların pek bir azı anlamıştı yazarın gerçek ismini… Çok önemli bir ipucu vermişti yazılarının birinde, fakat herkes aşka aşıktı yazılarındaki… Çoğu kimse gerçek mesajları göremiyordu. Yazar ; “artık zamanı geldi” dedi… Artık hikayeyi normal seyrine sokmanın zamanı geldi. Bugüne kadar yazdığı hikayeyi artık normale döndürmeliydi… Ve gerçek kimliğini göstermeliydi herkese... Ama ufak bir hatırlatma yapmalıydı… İki cümlelik bir hatırlatma, yazılarından... Tek bir not koydu üstüne çiçeklerin; “Melek” “Keşke…” dedi, Melek’de bunu bilebilseydi… "Bakalım" dedi, "ne ifade edecek bu okurlarıma...?" Biliyordu… Okurlarının çok akıllı olduğundan zaten emindi ve bunu ispatlamışlardı. Yazar yine elindeki nüfus kağıdına baktı. Çok uzundu oradaki isimler, neden hepsini koymak zorunda kalmışlardı ki teker teker? Okumaya başladı içinden isimlerini; Adem, Adam, Cem, Jim, Sam ve sonuncu ismi en sevdiğiydi aslında: Yazar… Evet… Melek normalde Adem ile Havva’nın hikayesinin başrolüydü. Ve birdenbire Yazar’ın Kalemi’nde ortaya çıkmıştı. Sanırım zaten burada anlamışlardı diye düşündü. Her iki yazdığı hikayede de kaleminin, paralel gitmeye başlamıştı, Melek bu hikayeye de uçtuğundan beri… Ama artık yoktu Melek… En azından şimdilik… Birçok okuru hayal kırıklığına uğramıştı. Mutlu sonla bitireceğini tahmin ediyorlardı “Yazar Adem” ile Melek’in hikayesini Kalem’in… Olmadı, olamadı… Hayatta her şey istediğiniz gibi olmaz bilirsiniz. Zaten hep mutlu son ister insanoğlu, hep mutlu sonla bitsin ister hikayeler… Yazarın ise bir tezi vardır; “Bir şey bitiyorsa mutlu değildir, mutlu olmadığından bitmiştir. Esas devam ediyorsa mutluluk vardır. Biten şeyler ise mutlu olmadıkları için bitmişlerdir.” Hikayede de ne “Yazar Adem” ne de Melek mutlu değillerdi. Mutlu olmadığın bir şeyde acı çekersin, canın yanar ve kalbin acır. “Bu hiç bana göre değil” dedi içinden… Ben bu dünyaya mutlu olmak için geldim. Zaten hayatımda yeteri kadar acı var, neden bir yenisini ekleyeyim ki… Ayrıca Melek’ler mutluluk vermek için vardırlar. Varlıkları ışıktır, ışık olan bir şey mutsuzluk olamaz, olmamalı. Işığı kapatırken belli bir dönem mutsuz olacağını biliyordu. Ama geçecekti elbet… Neleri atlatmıştı, bu da geçecekti. Belki de yeni bir Melek çıkacaktı karşısına… Şimdi diyeceksiniz ki, sadece Melek’lere mi aşık olacak “Yazar Adem”, insanların hiç mi şansı yok onun ile… Aslında her insan normalde bir Melek’tir, Melek’leri “Melek” yapan ise yazıları ile Kalem’dir zaten… Ama “Adem’in Melek’i” sıfatını ancak Adem verebilir, ya da Yazar’ın Kalemi unutmayın… Adem kalbini verdiğinde karşısındakine, artık o bir “Melek”’tir, önceki adı ne olursa olsun… O’nun artık iki kanadı vardır. O artık göklere aittir. Ve O; Yazar’ın Kalemi’nde, Adem’in kalbinde ölümsüzleşir. Bu arada ne Adem, ne de Yazar’ın Kalemi, kaldı ki bundan sonra kaleme artık “Adem’in Kalemi” diyeceğiz, Havva’yı arayıştan vazgeçmemişlerdir. Melek’i bulmaya çalışmak, Havva’ya kavuşma misyonunun bir parçasıdır. Bunu ilerleyen zamanlarda net olarak anlayacaksınız. Artık Adem’in Kalemi’ni takip etmenin zamanı… Yazar yine düşünecek, Adem yaşayacak, Kalem ise bunları bize tercüme edecek. Melek ise hep var olacak hikayede ama şimdi, ama sonra… Unutmayın hayat bir filmdir. Bazen filmlerde başroller değişir, bazen yeri doldurulan oyuncular filme geri döner bir müddet sonra, bazen senaryo gereği ebedi tatile çıkar, bazen ise performans yetersizliğinden hikayenin değişmesine kadar gider. Şimdi Yazar Adem ile Havva’nın hikayesinde senarist ve yönetmen hikayeyi ne yöne götürecekler görelim. Ama yine Yazar’ın dediği gibi, her türlü değişim ya da akış, oyuncuların performanslarına bağlıdır. Ve “Motor”…  Senarist yazmaya devam ediyor hikayeyi… Artık Adem’in Kalemi kıvrak bir şekilde kelimeleri, kağıda çiziyor. Adem, neler gördü neler yaşadı, bu dünyaya düştüğünden beri… Kimi zaman güldü, kimi zaman ağladı, kimi zaman yıldı, kimi zaman kükredi bir aslan gibi… Ama mücadelesini hiç bırakmadı hayatla olan… Hayat ona birçok sürpriz yaptı. Bazen güzel, bazen kötü sürprizler hazırladı. Ama şaşırtmadı hiçbir zaman Adem’i… Çünkü O hayatın yazıldığı yerden geliyordu zaten, yönetmenin yanından… Yönetmeni çok iyi tanıyordu. Neyi, ne zaman ve neden, hangi sebeple bu filme soktuğunu algılıyordu. Kötü performansına kızıyordu bazen yönetmen Adem’in, çünkü yapması gerekeni yapmıyordu. Bir sonraki bölümde mutlaka bu kızgınlığının karşılığında Adem’i zorlu ve meşakatli durumlara sokuyordu. Adem’in performansını beğendiğinde ise, bir sonraki bölüm gerçekten keyif verici hale geliyordu herkes için… O da biliyordu aslında hiçbir başrol oyuncusu, filmin her bir bölümünü, hatta her bir bölümün farklı anlarını aynı performansta oynayamazdı. Ama işte yine de denemeliydi tüm oyuncular… Her an, her dakika performanslarını en iyi seviyeye taşımayı… Adem hep bunun için uğraşmıştı. “İyi” olmaya çalışmak. Hayatta ki tek gayesiydi. Birçok insanoğlu, para kazanmak, servet yapmak veya mal mülk sahibi olmak için uğraşırken, Adem sadece ve sadece “iyi” olmak için çalışıyordu. Başarılı mıydı? Kendisine sorarsanız henüz “hayır”… Bu cevabından dolayı da henüz diğer “iyi “şeyleri hak etmediğini düşünüyordu. Melek’in gidişi, daha önceki Melek’lerin gidişi… Hep bu yüzdendi. Yönetmen onun henüz bir Melek’i hak edecek performansta olmadığını düşünüyordu. Bundan dolayı şu anda onun filminde Adem yalnızdı. Bundan dolayı Adem hala arıyordu. Ve belki de hep aramak zorunda kalacaktı. Asla bulacak, ya da bir Melek’i hak edecek kadar iyi olamayacaktı. -Peki o zaman ben neden buradayım. Sevgiyi, aşkı ve Havva’yı arayışım sonuçlanmayacaksa neden buradayım? Belki senin görevin sevgiyi bulmak değil Adem… Belki sen sadece onu anlatmakla görevlisin. Belki sen sadece bunu yazmakla görevlisin. Ayrıca sen zaten kalbinde, aklında, gönlünde “sevgi” dolu gönderildin dünyaya… Aslına bakarsan araman gereken bir şey yok. O zaten senin içinde… Sen sadece aynanı bulmalısın. Kendi yansımanı bu hayattaki…

-Kafam karıştı. Kendi yansımamı nasıl bulabilirim, aynaya baktığımda sadece kendimi görüyorum. Benim tek erişebileceğim “ben” miyim yani bu hayatta? Yansımam derken bana biraz daha anlat lütfen…

-Sana yansımanı anlatmama gerek yok. Sen zaten sen de yansıyacak olanı görebiliyorsun şu anda… Gözlerini içe doğru çevir ve içini görmeye çalış, işte senin yansıman içinde gördüğün şey… Ve içinde gördüğün şeyde dışarıya yansıyan, sen de gördükleri şey… O zaman sen karşında seni gördüğünde hayatının bir bölümünde, o zaman bulmuş olacaksın Melek’i…

-Peki ya bu fırsat elime geçmiş ve ben kaçırmışsam? Ya farkına bile varamamışsam?

-Merak etme… İnsan karşısına “kendisi” çıkınca fark etmeme gibi bir şansı olamaz. Bu şunun gibi bir şeydir; yıllar sonra hiç görmediğin ve haberinin bile olmadığı bir ikizin, aslında ruh anlamında, bir anda karşına çıkıyor ve diyor ki;

-Ben senim… Sen de bensin… Biz biriz…

İşte sana öğretilen gerçek sevginin temelinde yatan cümle de bu değil mi zaten? “Biz biriz” Şimdi bekle, o çok yakınında, çok az bir adım kaldı atman için… O sana doğru gelecek ve sen onun gelişini göreceksin. Sen sadece dur… Dur ama devam et… Bu dünyadaki amacına devam et. “İyi ol”… O seni gördü… O sana gelecek… Kim mi? Bunu sen de, ben de geldiğinde göreceğiz. Onun bir kimliği yok. Aslında var ama, onun kağıda basılmış kimliği önemli değil senin için de bizim için de, değil mi? </div>

-Evet O zaman kim olduğu önemli değil… Gerçekte “kim” olduğu önemli… Her şeyden önce o da O’nun suretinde yaratıldı. Sırf bu yüzden bile birbiriniz için mükemmelsiniz. O da yansıdığında seni görecek. İkinizin yaydığı ışıklar, gözleri kör edecek. Sen konuştuğunda “O” diyeceksin, o konuştuğunda “Sen” diyecek. İnsanoğlu size baktığında öğrenecek; dünyadaki en eski aşk hikayesini… Çünkü siz yokken bile, sizin aşkınız vardı. Çünkü sizin aşk hikayeniz asırlar önce yazıldı. Sizin sevginiz asırlar sonrasına aktarılacak. Bu yüzden yaz Adem… Kaleme de söyle yorulmasın. Sen de yorulma. Yaz… Sevgiyi yazmak, bir ilim yazmaktır. Dünyanın var olmasının sırrındaki ilim ne Darwin Usta’nın teorisi ne de “Bing Bang” tir Adem… Dünyayı yoktan var eden sevgidir. O’nun size olan sevgisi… Şimdi dünyayı devam ettirecek ve bu unutulan ilmi herkese hatırlatacak da sizin sevginiz olacak. Bizim sevgimiz olacak… Yaz ve bekle, o geliyor sana doğru… Adımları çok narin… Yaralı bir ceylan gibi ürkek adımlarla geliyor. Yazmaya devam et… Kalemin, sihirli bir flüt olacak ve aşk şarkıları çalacak kalemin. Notaları kelimelerin oluşturacak. Yazdığın her bir sayfa bir senfoniye dönüşecek insanların kalbinde… Ve gün gelecek onlar da senin şarkılarını söyleyecekler, sana eşlik ederek… İşte o gün seni yanımıza geri döndüreceğiz Adem… İşte o gün sen, sevdiğinle sevginin gerçek kaynağına geri döneceksin. O zamana kadar yaz, sevgiyi yaz…"  "Yazmaya devam et… Kalemin, sihirli bir flüt olacak ve aşk şarkıları çalacak kalemin. Notaları kelimelerin oluşturacak. Yazdığın her bir sayfa bir senfoniye dönüşecek insanların kalbinde… Ve gün gelecek onlar da senin şarkılarını söyleyecekler, sana eşlik ederek… İşte o gün seni yanımıza geri döndüreceğiz Adem… İşte o gün sen, sevdiğinle sevginin gerçek kaynağına geri döneceksin. O zamana kadar yaz, sevgiyi yaz…

Diyordu beynindeki ses yazara, yani Adem’e, ama bir şey vardı onu durduran günlerdir. Yazamıyordu… Bırakın yazmayı, kalemi eline almayı bile istediğinden şüpheliydi. Bu durumdan hiç şüphesiz, en mutsuz olan da kalemdi ama olmuyordu işte, gitmiyordu aklı yazmaya veya sevgiye… Son zamanlarda yaşadığı bazı şeyler, bazı kişilere yüklediği, yüklü sıfatlara verilen ya da verilmeyen cevaplar, ya da tepkiler veya tepkisizlikler, kalbini buz gibi soğuk hale getirmişti. Kendine devamlı şu soruyu soruyordu; “nerede hata yapıyorum?” ya da “gerçekten hatalı mıyım yoksa, ben de bir sorun yok ta yüklenilen sıfatları taşıyamayan ya da değerini bilemeyen kişileri Tanrı karşıma bana bir şeyleri anlatmak için mi çıkarıyor veya beni koruyor mu bu yolla? Yüklenilen sıfatlar arasında çok üst ve yoğun kelimeler aramaya gerek yok, “arkadaşlık” gibi basit ama derin bir kelime bile bazen değersizliğe ve ihanete uğrayabiliyormuş’u anlamıştı, Adem şu geçtiğimiz ve yazmadığı kısa süre içinde… İnsanoğlu nankör müydü acaba? Vefa, içtenlik, samimiyet, dürüstlük, sevgi… Bu sıfatlar asla bir kişide toplanmıyor muydu bu dünyada? “Bu da oyunun kuralı mı acaba Tanrı’m” diye düşündü. Gözümüzde büyüttüğümüz kişilikler, gün geliyor ve kendilerinin bu sıfatlardan en az bir tanesinden, ki kimi zaman birkaç tanesinden bile yoksun olduğunu, size çok basit ve normal bir şeymiş gibi bu eksik oldukları karakteristik özellikler, kanıtlayıveriyorlardı. Bunun hemen ardından ise kendinizi onların bu durumu için yüklendiğiniz hüzün, hayal kırıklığı ve üzüntüyle baş etmeye çalışırken buluyordunuz. İşte yazarın yazamamasının en önemli sebebi buydu son zamanlarda… Bu yüklendiği üzüntü ile baş etmeye çalışması... Gördüğü gerçeği hazmetmeye çalışması… Yüklediği değer ve sıfatların havada uçuyor olması… Balonun içi boştur bilirsiniz, ve sonsuza kadar bir balon asla yaşamaz, bir yerde patlar. İşte yazar, tüm bu sıfat ve değerlerin içi boş birer balon olduğunu görmüştü. Ve balonları patladı birer birer… Ve yazar üzüldü, çok üzüldü. Aynı büyük bir hevesle balonunu taşıyan çocuğun, elindeki balonunun patlamasının ardından üzülmesi gibi… Ve korktu! Yine aynı çocuğun dikkatle taşıdığı balonun, elinde patlaması ile çıkan ses anındaki korkusu gibi, korktu. Tekrar birilerine sıfatlar ve anlamlar yüklemekten ve bunların da birer balona dönüşüp, elinde patlamasından… Artık çocuk değildi, kaç defa daha elindekilerin balona dönüşmesini ve o balonların birbiri ardına patlamasını kaldırabilirdi ki? Kimseye anlam ya da sıfat yüklememek cümlesinde gözüken çözüm ise hayata geliş amacındaki görevine ters olduğundan, çözüm olmaktan çıkarak, kafa karıştıran bir cümle halini alıyordu. Adem’in bile kafası karışabiliyordu yani anlayacağınız. Bu da yazara ne yazacağına karar verememe sendromu yaşatıyordu. Aslında kalemi eline almamasının en önemli sebebi bu idi. Ne yazacağını bilememek. Tüm bu hayal kırıklıkları ile ne anlatabilirdi ki? Hayal kırıklıklarını tabii ki ancak… Ve anlatmaya karar verdi. Bunlar da hayatın gerçekleri idiler. Her zaman çiçek, böcek, aşk yazacak değildi. Hayatın yüzde doksanı acı doluydu. hayattaki başarı ise kalan yüzde on ile çok mutlu olmayı öğrenmekti. İşte şu anda geçmekte olduğu sınavını bulmuştu. Sorular sorulmuştu. Sıra cevapları bulmaya gelmişti. Kalemi eline aldı ve soru kağıdı üzerinde ona sorulan ilk sorudaki hayatın hesabını yapmaya başladı. (Sevgi+İlgi) – (Vefasızlık+Yanlış seçimler) = “Hayatın ta kendisi” Yukarıdaki önermede eşittir bölümünde sizin hayatınızın rakkamsal değeri kaçtır? Sorusundaki anlamsızlığı bulun…  Hayatın ta kendisi, tüm bu paradigma ve paradoksların bir araya geldiği acı ve hüznün, sevinç ve mutluluklarla harmanlandığı, çok farklı varlık ve hayat şekilleri ile tanıştığımız, ve “bilinçlilik” anını aradığımız, nefes aldığımız süreç… Zaman zaman derin nefesler aldığımız, zaman zaman nefesimizin kesildiği, zaman zaman nefessiz kaldığımız ve çoğu zaman da aslında nefes aldığımızın farkında bile olmadığımız süreç… Tüm bu nefes almaların esnasında verdiğimiz sevgi, gösterdiğimiz ilgi, hissettiğimiz vefasızlıklar ve yaptığımız yanlış seçimlerle kesilen nefesimizi tekrar toparlama ve tekrar nefes alabilmeye başlama çabalarımızla geçen hayatımız… İlk aldığımız nefesi hatırlayamayız bile oysa ki… O ilk nefesi almasak, şimdiki nefesimizi de alamıyor olurduk, ve büyük bir ihtimalle son nefesimizi de hiçbir zaman hatırlamayacağız. Tüm bunları hatırlayacak kişiler hep başkaları olacak. Yani olayın başlangıç ve bitişi hariç her şeyi biz hatırlıyor olabiliriz. Ama ilk ve sonu hatırlamamıza hiçbir zaman imkan olmayacak. Çok büyük bir yüzde ile bunlara yakın birkaç sene de hafızamızda yer almayacaktır. Geri kalanı ise, unutulmayacak kadar hep derin izler bırakmıştır hayatımızda… Bırakmasa zaten unuturduk, eğer unutmuyorsak, unutamıyorsak, derin iz bıraktığı ile ilgili ne kadar inkar edersek edelim, yalan söylemiş oluruz. Yaşanan her ne olursa olsun, mutsuzluk, ihanet, vefasızlık, sevgi, aşk, sevişme, bir an, bir saniye bile, eğer o anı hatırlıyorsak o zaman iz bırakmış demektir hayatımızda… Ve Adem’in hayatında iz bırakan o kadar çok şey vardı ki… Nefes aldığı bilincine vardığı andan itibaren bugüne kadar o kadar çok şey hatırlıyordu ki… Tüm bunların sebebi, o olaylara ve olayları yaşatan, yaşamasına yardımcı olan ya da katkı yapan insanlara olan saygısı ve sevgisiydi. Mutsuzlukta, vefasızlıkta, ihanette bile o saygı ve sevgisi yitmiyordu bu kişilere karşı… Her şeyin bir sebebi vardır diye düşünüyordu. Her şey bir amaçla olur hayatta… Tanrı ona şunu öğretmişti; “ Her şerde bir hayır, her hayırda bir şer vardır” Senin görevin bunları ortaya çıkarıp, dersleri almak ve buna göre hayatına çeki düzen vermektir. "İnşirah" suresini indirmemiş miydi bunu anlatmak için tüm insanlığa? Kaç kişiye anlatabilmişti acaba? Kaç kişi bunu uygulayıp, düşünüp, ona göre kendine ve hayatına yeni bir yön veya çekidüzen verebiliyordu? Ya da kaç kişinin bu sureden haberi vardı? “Biz bazen elçilerle, bazen de kullarımızla size mesajlar yollarız. Allah size düşünesiniz diye öğüt veriyor” Ve işte yine Adem’ e yazdırarak kalemiyle, mesajını göndermişti, Tanrı… Ama bu mesajı yayınlatmadan önce Adem’e bunu yazması için bir şeyler yaşatması gerekiyordu. Adem yaşamalıydı ki, farkındalığına varıp, yazmalıydı ve anlatmalıydı bu mesajı herkese, hatırlatmalıydı bir kez daha belki, 1550 sene sonra bir kez daha… Melek’in (belki de bu sıfatı ona hemen yüklemek baştan yanlıştı, ama pişman asla değildi. O an için “O” onun meleğiydi) gelişi, hayatına teğet geçişi ve yaşadığı, hissettiği vefasızlık ve üzüntü… Bu şerde de bir hayır olmalı diye uzun zamandır düşünüyordu. Henüz sebebini bulabilmiş değildi ama, en azından bu Sure'de bahsedilene olan inancından, yaşadığı üzüntünün (yani şerrin) mutlaka ona bir şeyler anlatması ve öğretmesi gerektiğini düşünüyordu. Ama artık başka bir görevi daha vardı. Tüm bu hayal kırıklıkları, kendini bildim bileli yaşadığı her şey, onu çok yormuştu. Yaşadığı yerdeki, bölgedeki ve coğrafyadaki tüm insanlar ve olaylar artık onu çok yormuştu. Sevgisizlik ise onu bitiriyordu. Her sevginin, her ilginin arkasındaki çıkarları gördükçe, nefes alamaz olmuştu. Bu durumu tek başına değiştirmeye gücü de yoktu. Verdiği onca sevginin karşılıksız çıkması ise artık enerjisini tüketmişti. Var olan ve enerjisinin beslendiği tek yerden gelen akım ise, onun sadece uyuyup, kalkıp, yemek yemesine ve günlük birkaç iş yapabilmesine yetiyordu. Ötesine götürecek bir akım yoktu o kaynaktan da... Adem’in ihtiyaç duyduğu enerji daha fazlaydı. Çünkü sorumlulukları çok daha fazlaydı herkese göre. Bugüne kadar iyi de baş etmişti ama artık gitmiyordu. Ve Adem kararını verdi. Gitmeliydi. İçinde bulunduğu bu yıpranmış, enerji akımı kesilmiş, beslemeyen ve beslenmeyen durumu değiştirmek için gitmeliydi. Farklı bir coğrafya, farklı insanlar, yeni bir başlangıç… Tekrardan, daha önce defalarca yaptığı gibi, dünyanın ilk var olduğu günden bu yana yaptığı gibi… Görev yeri değiştiriliyordu. Tabii ki bunu kabul edip etmemek hep ona bırakılıyordu ama geriye dönüp baktığında burada verebileceklerini vermiş olarak görüyordu kendini… Çok kişinin hayatına girip, pozitif katkı yapmaya çalışmıştı. Tabii ki negatif etkilediği kişiler de mutlaka olmuştur. Sonuçta Adem olmasına rağmen sütten çıkmış ak kaşık değildi. İnsan beşer, şaşar. Hata yapmıyorum diyen gaflet içinde yaşar ve ölür. Başaramadığı zamanlar da olmuştu. Melek ve Melek’e öğretmek istedikleri ve onun hayatına katmak istedikleri, Adem’in hayatının başarısızlık öykülerinden biriydi ve sonuncusu olmasına karar verdi Adem... Bu anlamda artık gitme vaktinin geldiğini düşünüyordu. Demek artık bu coğrafyada, bu alanda başaramıyorum. O zaman hava değişimine ihtiyaç var. Belki onu daha iyi anlayabilecekleri bir yer, onun daha efektif olabileceği bir yer olabilirdi bu yer… Gitme kararını alması kolay olmamıştı Adem’in… Ne de olsa son hayatını bu topraklarda başlatmış ve sürdürmüştü. Ama herkes biliyordu ki Adem’in gidişi bir tükeniş değil, bir yeniden doğuş olacaktı. Tek bir şey vardı, Adem’i bu kararından vazgeçirebilecek, onun aslında başarılı olduğunu hissettirebilecek, ve O’nu tekrar buraya bağlayabilecek. Ama umutsuz ve ümitsiz idi Adem… Belki diyordu yine de… Ama çok az zamanı kalmıştı… Sayılı birkaç gün…

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör
BüyüCem

Bu blog 2009'da açıldığında büyümekte olan karşı cinslerle yapılan (farklı kişiler) her iki tarafın da izniyle yayınlanan diyalogları...

 
 
 
Sevgisizlim-1

İlişkimiz su kayağı yapmak gibiydi, birimiz çekiyor, diğerimiz kayıyordu. Kimin kaydığını, sen "Seni terk ediyorum" dediğinde anladım....

 
 
 

Yorumlar


bottom of page