top of page

Merhaba

Ve ilk yazımı paylaşıyorum, tüm insanlığa faydası dokunur umuduyla, dokunmasa da, yayınladım işte birine belki bir yerinden faydası olur da boşa kürek çekmeyiz.

DİĞER TÜM YAZILAR İÇİN BLOG SAYFASINA BAKINIZ

Ben Adem, or you people can call me Adam…

Bu gerçek hayatta da böyle oldu dünyaya düştüğümde, kimileri beni Cem, kimileri Jim, kimileri ise Sam diye çağırdı… Ama ben hep bendim yani Adem ya da Adam ya da herneyse… Sen de beni nasıl görmek istersen öyle gör, ya da adlandır, bu bendeki beni ve kim olduğumu değiştirmeyecektir…

Bu hikayeyi yayınlamamın sebebi Havva’yı bulmak içindir. Neden şaşırdınız? Ne zaman dünyaya düştüğünü bilmediğim Havva’yı, kaldı ki yüzünü bile görmedim şu ana kadar, yeryüzünde yürüyerek mi arayacaktım? Bulmama yardım ederseniz sevinirim.

-Efendim?

-Üstünde ne mi vardı?

-Bilmem son gördüğüm sadece mahrem yerinde bir incir yaprağıydı, halen onu kullandığını zannetmiyorum ama…

-Neye mi benziyodu?

-Benim Havva’m bana benziyor

-Ben mi neye benziyorum.

-Neye benzediğimi bilmem ama neye benzemediğimi çok iyi biliyorum…”Hiç kimseye”…

Şimdilik bu kadar…

Ben size ipuçları vermeye devam edeceğim, zaman zaman uyumlu dörtlüklerle, zaman zaman soru-cevap şeklinde… Siz de bana yardım edin de ortaya çıkartalım Havva’mı… Bu arada bakarsınız sizin içinizdeki Adem de ortaya çıkar da bir Havva da siz bulursunuz… Herşey nasıl başladı, herkes birşeyler bilir. Kitaplardan öğrendikleri veya kulaktan duydukları kadar… Ama hiç kimse şu ana kadar zamanın Oscar’lık hikayesinin baş aktöründen “herşeyin” nasıl başladığını duyduğunu sanmıyorum. Değil mi? Yoksa Havva birşeyler anlattı mı size daha evvel? Tabii ki onu da dinlemek gereklidir, haklısınız… Ama ya ben size tüm empatimle ve olayın tüm gerçekliğiyle ve objektif şekilde anlatacağımı söylersem, yine de ondan dinlemek ister misiniz? Sizi ikna etmiş olur muyum buna?

Ne olmuştu, hatırlayalım şöyle bir aslında, Havva’nın Adem’i (yani Ben’i) yasak ağaçtan elma yemeğe ikna etmesi, itmesi, yönlendirmesi v.b… Benim de bu nefsi kontrol edemeyip, o elmadan tatmam… İşte olay çok basit değil mi? Şimdi buna yorumları duyalım.

-Adem çok salakmış! Hiç kadın sözü ile hareket edilir mi? İşte böyle olur sonu… (ismini açıklamak istemeyen Adem taraftarlarından biri)

- Hadi canım, Adem’in hiç mi aklı yokmuş, hemen nasıl da hazırsınız suçu kadınların üstüne atmaya… (Komşum Ayşe Teyze)

-Aman be abi nolucak ki, istediğini yapmış Adem bence… Ama söylesene elma tatlı mıydı, değdi mi abi? Ha ha ha ha ha… (yanımda çalışan 19 yaşındaki ofis boy)

-İşte ooluuum siz böylesiniz, sizin anlık isterik davranışlarınız yüzünden kaç genç kızın kalbi yanıyor biliyor musun, sapık herif! (benim ofis boya muhalefet, sekreterim)

İşte bu yorumlar böyle uzayıp gidiyor, hikaye ve olay tek, ama ne kadar farklı düşünce ve tepkiler var değil mi? Hikayeye devam etmeden önce senin tepkin ne buna?

Ya işte böyle, yasak elma, senin yüzünden benim yüzümden derken, bir de baktım ki, farklı bir yerlerdeyim, burası tam olarak Tanrı’nın katındaki gibi bir yer olmasa da, aslında cehennemi görmemiştik hiç, ama sanırım burası cennet-cehennem karışımı gibi bir yerdi. Sonra adına yeryüzü dendiğini öğrendiğimde, o zaman olay daha netleşti kafamda, çünkü bir kere bize bir sohbetimiz esnasında şöyle demişti: “Biz size cenneti de cehennemi de yeryüzünde yaşatırız”. “Peki Havva neredeydi” diye düşünürken, etrafıma baktığımda aslında ortalıkta birçok Havva ve aslında birçok ta Adem olduğunu gördüm… İş karmaşık bir hal almaya başlamıştı. Seçenek çok ama rakip de çoktu. Sanırım karşı cins de bu şekilde düşünüyordu bu durumda… Peki nasıl olacaktı bu, ben aşk ile sevgi ile, en yüce varlığın nuru ile yaratılan Adem, şimdi sevgisiz, sevgilisiz, aşksız mı kalacaktım? O zaman niye vardım, neden buradaydım ve burası da neydi Tanrı’m böyle? Gürültü, saygısızlık, hoşgörünün olmadığı, her şeyden önce kimsenin kimseyi tanımadığı, selamlamadığı, sevginin hissedilmediği bir yeri nasıl yaratmıştı Tanrı’m? Selamın, sevginin olmadığı bir yer, sanırım burası yeryüzünün cennete uzak kısmıydı hatta tam olarak burası bir cehennem de denebilirdi. Korkuyordum, hem de çok… Havva da yoktu… En azından etrafıma baktığımda benim Havva’m olabilecek birileri yoktu. Tamam çok güzel kadınlar, alımlı çekici, akıllı, hoşsohbet kadınlar vardı, ama bunların her biri ayrı ayrı kadınlarda toplanmıştı. Biliyorum Havva’da da bunların hepsi yoktu, ama işte yalnız kalmak fikri çok korkutuyordu.

Bana öğretilmeyen ve bünyeme, ruhuma uymayan bir hayata sürükleniyordum yavaş yavaş… İçinde bulunduğum topluma tüketim toplumu deniyordu. Ben de onlardan biri olmaya başlamıştım, tüketiyordum, tek farkım kimseyi kırmadan, rencide etmeden tüketmeye çalışmaktı. Ne kadar başarılı oluyordum bilemiyorum ama, kendime ve başkalarına olan dürüstlüğüm, ruhumun huzur bulmasını sağlıyordu. Tanrı’m ruhumu böyle huzurlu tuttuğuna göre bana kızmıyordu. Çünkü kızdığında neler olabileceğini biliyordum, eminim sizler de biliyorsunuzdur.

İşte bu noktada yeryüzüne indiğim günden itibaren yaşadıklarımı ve hissettiklerimi kaleme almaya karar verdiğim an, O’na rastladım. Daha önce çok melek görmüştüm, inanın bana en iyi dostlarım meleklerdi. Ama daha önce hiç kanadı kırılmış bir melek ile tanışmamıştım. Meleklerin ne kadar güzel güldüğünü bilir misiniz diye sormak isterim ama daha önce hiç görmediğinize eminim. O yüzden size anlatmak istiyorum bir melek gülünce ne olur, tabii siz fanilerin anlayacağı şekilde… Bir melek güldüğünde, eğer karanlık bir yerdeyseniz, sizin güneş dediğiniz gezegenin yeryüzünü aydınlattığı gibi etrafınız aydınlanır. Tek bir farkla, o ışıkla yaydığı enerji sizi ne üşütür ne de sıcaktan kavrulmanıza yol açar. Bir melek güldüğünde, kalbinizde hiç daha önce hissetmediğiniz ve adlandırmakta zorlanacağınız ve eminim ki hiçbir ad bulamayacağınız bir his oluşur. Bu his aslında biraz büyük ikramiyeyi kazanmakla ve aynı zamanda Tanrı’nın size elini uzatması ile, ki inanın her ikisi de Jackpot’tur, aynı şeyi yaşatır. Bunu da Las Vegas denen, şeytanın gerçekten çok sevdiği şehirde öğrendim. Benim favorim hangi şehir mi? Tabii ki Los Angeles…

Bunlar hiç tatmadığınız duygular değil mi? Ama daha bitmedi durun. Bir melek güldüğünde, ister istemez sizin de yüzünüzde kocaman, aptal bir gülümseme oluştuğunu fark edersiniz ve her seferinde bu böyle olur inanın. Bir melek güldüğünde, ona sıkıca sarılıp ağlamak istersiniz, ama yapamazsınız. İki sebeple, birincisi eğer sarılırsanız gülüşün devamını kaçırırsınız, ikincisi yaydığı enerji ve sevgi size kalp krizi geçirtebilir inanın.

Tabii başka farklı şeylerden de karşınızdakinin bir melek olduğunu anlarsınız. Mesela konuştuklarında duyduğunuz ses; size yeryüzünden örnek vereceğim bu sefer, okyanusun, dünyanın en eşsiz kuşlarının, rüzgarın beraber ahenkle söylediği bir şarkıya benzer… Sizi bulunduğunuz yerden alıp, hiç bilmediğiniz bir yere uçurup geri getirir, her cümlesine koyduğu noktada… Peki ya gözleri, hiç gözlerine baktınız mı? Pardon böyle bir şey yapmış olmanıza imkan yoktu değil mi? Unutmuşum uuups! Zaten imkanınız olsa da bakamazsınız. Baksanız da, o gözlerden içeri girip, o temiz kalbi ellerinize alıp, o kalbi sevmeyi okşamayı istersiniz, ama yapmanıza imkan yoktur. O yüzden devamlı göz temasından kaçınırsınız.

Şimdi ise tüm bunları tekrardan gördüğüm ve yaşatan bir melek karşımda duruyordu. Ama enerjisi normal değildi, ışığı bir parlıyor bir yok oluyordu. Bir gülüyor, bir ağlıyordu. Fakat şüphe götürmez bir şey vardı, O’nun melek olduğuna dair… Gözleri, gözlerine her baktığımda tekrar tekrar görebiliyordum gerçeği…

Aslında bunu daha onu ilk tanıdığımda hissetmiştim. Sanırım bu da Tanrı’ya yakın olmanın getirdiği bir avantaj benim için… Peki şimdi ne olacak, ben buraya Havva’yı aramaya gelmiştim, sanırım bu şekilde cezalandırmıştı beni, tam da hatırlamıyorum ama… Peki benim bir meleğe aşık olma ya da onun sevgilisi olmaya hakkım var mıydı ki? Evrenin kural kitabından böyle bir kural ya da madde hatırlamıyorum. Aslında çok ta bir şey hatırlamıyorum ya, çok çalışkan bir öğrenci değildim. İşte sonra, bu yeryüzüne düşme sonrası bir şeyler değişti ve öğrenmeye başladım. Yine biliyorum en iyi dostumun bunda parmağı var. Her ne kadar bana kızmış olsa da, sonuçta ben de O’ndan bir parçayım. Biliyorum ki bana kıyamaz ve beni sever. Zaten aslında o öğretti bana merhametli olmayı… Bana hep derdi ki, “Ben affedebiliyorsam, sen nasıl affedemezsin ki”… Ben de çok isterdim bir melek olmayı, her ne kadar hak etmesem de… Ne için isterdim biliyor musunuz, her gün kanat çırpıp onun yakınına gitmeyi ve öylece uzaktan O’nu seyretmeyi, meleği… En azından her gün bir ya da iki kere gülüşünü görsem de yeter de artardı bana…

Bunları düşünmek bile bana mutluluk veriyordu, O gerçekte benim olmasa da, olamasa da, benim onun hayatının ufak ta olsa bir parçası olmam, çok hoşuma gidiyordu. Öyle varlıkların hayatının küçük de olsa bir parçası olmak şansını ele geçirdiğiniz zaman, asla bu şansı kaybetmemelisiniz. Siz de etrafınıza bakın eminim böyle varlıklara rastlayacaksınız ve mümkün oldukça onlara yakın kalmaya çalışın. Çünkü aradığınız aşk ve sevgi ise, onlarda bol miktarda bulacaksınız. Ama önce sizin onlara kayıtsız, şartsız ve saf sevginizi vermeniz gerekiyor. Çünkü onlar zaten hazırlar buna karşılık vermeye… Yeter ki siz buna hazır olduğunuzu hissedin ve hissettirin her şeyinizle…

Bu arada günlük hayatım da devam ediyordu olanca hızı, karmaşıklığı, hüznü, mutluluğu ve sıra dışılığı ile… Sıra dışı olmak zaten yeryüzündeki hayatımda en sevdiğim şeydi… Aman ha, sanmayın ki sakın abuk subuk işler yapan, zıpır bir Adem oğlu’yum… Sadece hissettiklerim, yaşadıklarım kendi içimde, etrafıma yaklaşımım ve olaylara yaklaşımım ile sıra dışıyımdır. Ve itiraf edeyim böyle olmaktan gurur duyuyorum ve de çok seviyorum böyle olmayı… Her neyse... Günlük olayların hızı ve keşmekeşi içerisinde, aklımdan çıkmayan, çıkamayan bir tek şey vardı, “O”… Ne yapsam ne etsem onu düşünmeden kendimi alıkoyamıyordum. Bir anda “Iphone” denen o acayip makinemdeki ekran koruyucu mesajım aklıma geldi. Bunu yazınca, kahkahalara boğuldum… Bu mesajı yaklaşık 2 aydır telefon ekranımda tuttuğumu hatırladım. Mesaj İngilizceydi ama size tercüme edeyim durun; “Bir gün bile düşünmeden duramadığın bir şeyden asla vazgeçme”… Bu mesaj Tanrı’ma olan hayranlığımın ne kadar üst düzeyde olduğunu hatırlattı bana… Benimle her yoldan iletişimi deniyordu ve bunda da başarılı oluyordu. Bu sefer de bana bu yüzyılın iletişim aracı mucizesi ile mesajını göndermişti;” bir an bile düşünmeden duramadığın şeyden asla vazgeçme ey Adem! Ben’den ve O’ndan!”. Ve de bunu bana O’nu tanımadan çok önce, bir uyarı ile göndermişti. Beni hazırlamak için… Zaten vazgeçmeyi düşünmüyordum da, gelen mesaj bu etkiyi arttırdı. Sonuçta bunu başaramama şansım her zaman vardı, biliyordum ama başarırsam da mutluluğu bulacağıma ve bulduracağıma da emindim.

Peki ya başarısız olursam? O’nu tanımanın verdiği onur ve mutluluk günün sonundaki en büyük kazancım olacaktı. Yeterli mi? Tabii ki hayır ama eğer Tanrı bunu istiyorsa, öyle olacaktı. Ve eğer Tanrı yolları birleştirirse, şarkıdaki (Daniel Bedingfield- If you’re not the one…) ümitler gerçekleşecekti;

Eğer sen benim için uygun değilsen neden seni karım olarak hayal ediyorum?

Neden uzak olduğunu bilmiyorum

Ama bunların çoğunun doğru olduğunu biliyorum

Bunu başaracağız

Ve ümit ediyorum ki hayatımı seninle paylaşacağım…

Ve diliyorum ki uğruna ölebileceğim tek kişi sensin…

Ve dua ediyorum ki evimi beraber kuracağım tek kişisin.

 

Bu şarkının türkçesi tabii ama bir gün bu anlattığım hikaye gerçek olursa ve biri filme dönüştürmek isterse, filmin ana müziğinin bu olmasını isterim.

Çok yorgun geçen bir cumartesi gününün ardından, sevdiğim hava ile uyanmıştım, hafif rüzgarlı ve serin, tatlı bir Pazar gününe… Her zamanki gibi bir önceki günün muhasebesini yapmaya başladım ilk iş olarak… Bu iş bugün diğer her günden çok daha önemliydi. Dün ciddi anlamda gelişmelere sahne olmuştu benim açımdan… Aslında tam anlamıyla gelişen bir şey yoktu, fakat ciddi bir adım atmıştım. Ama bana böyle öğretilmişti, açık ve dürüst olmak… Bu özellik Tanrı’mın yanında çok normal bir özellikti, ve olağan karşılanıyordu. Aksi i

se çok çirkin adlandırılıp, ciddi anlamda cezalandırılıyordu. Yeryüzüne düştüğümden beri ise bu özelliğim çok anlaşılmıyor ya da önemsenmiyordu, hatta size bu açık sözlülük ve dürüstlük yüzünden insanoğlu tarafından çok defa cezalandırıldığımı bile söyleyebilirim. Ama gerçekten Tanrı’m her seferinde beni bu cezaların akabinde kendisi tarafından ödüllendiriyor ve tüm diğer girişimleri etkisiz bırakıyordu. Her zaman yanımda olan ve olacağını bildiğim bir varlığa nasıl olur da sevgi ve saygı duymazdım ki… Nasıl olur da O’nun bana verdiklerini paylaşmazdım ve bencillik yapardım. Bu hikayemi ya da gerçeği (buna siz karar vereceksiniz) sizlere anlatmaya başlamamdaki en önemli nedendir bu… Paylaşmak… O’nun bana öğrettiklerini paylaşmak… Gelelim düne… Gerçekten çok yorucu bir cumartesiydi, ama bir o kadar da keyifli… Tüm işlerim bittiğinde yine bana bahşedilen güzel evimde, güzel mobilyalarımdan koltuğumda ayaklarımı uzatmış, keyifle müziğimi dinlerken (bir Adem ancak aşk şarkıları dinler, bunu bilin ve bir daha da sormayın lütfen), ve tabii ki yine O’nu düşünürken; “kim bilir bugün neler yaptı, acaba nasıl, morali iyi mi, mutlu mu?”şeklinde, bir anda kararımı verdim. Cesur olmayı hep çok severdim ve etrafıma “cesur olun ama doğru zamanda cesur olmayı bilin” derdim. Şimdi cesur olma zamanıydı, çünkü kaybedecek bir şeyim yoktu, benim ve Tanrı’mın bildiğini kuldan saklamak ta anlamsızdı. Belki bu cesur olma zamanlaması karşı taraf için doğru değildi, belki geri bile tepebilirdi, ama benim için doğru zaman olduğu ile ilgili anlık bir his belirmişti içimde ve bu tip hisleri hep Tanrı’mın benim kulağıma dönüp fısıldaması olarak nitelendirmişimdir. Hani bir anda aklınıza bir şey gelir ve paylaşmak istersiniz ve yanınızdakine doğru eğilerek söylersiniz ve yanınızdaki aslında buna hazır değildir, işte tam da böyle idi… Bu hisse uymaya hazır değildim tam olarak, belki bana kalsa daha bir yüzyıl beklerdim, nasılsa melekler ölümsüzdür diye… Ama O bana fısıldadı ve dedi ki: “ Şimdi zamanı, ya şimdi ya da bekle öylesine, yeter!” Elime telefonumu aldım, tam olarak söyleyeceğim sözcükleri seçmeye çalışırken, neden böyle bir şey yapmakta olduğumu hala düşünüyordum. Sözcükler birbirine giriyor ve onları sıraya sokmakta zorlanıyordum. Zor olacaktı benim için, duygularımdan emin olmama rağmen sözcüklerimden emin olamıyordum. Ve bu anda yazmaya karar verdim. Evet, neden yazmıyordum ki… Neden bunu en iyi yaptığım şeyi yaparak anlatmıyordum, elim dilimden daha dürüst ve açık sözlüydü her zaman, bazen bu ikisi arasındaki çatışmalar beni çileden bile çıkarıyordu. Elim dilime dargın, dilim elime... Elim duygularını anlatamadığı için kızarken dilime, dilim anlatamayacağı şeyleri düşündürdüğü için kızıyor gönlüme... Gönlüm seni seviyorum diyemediğim için kızarken dilime; dilim her isin kendisine verilmesine kızıyordu. Ve yine tüm iş elime kalıyordu. Ve başladım yazmaya, gönlümün tüm açıklığı ve dürüstlüğü elime yansıyordu, yazdım yazdım ve yazdım ve gönderdim meleğe… Tanrı’m katında olsak zaten buna gerek kalmazdı herkesin kalbi ve gönlü o kadar net hissediliyordu ki orada, hiçbir şeyi yazmaya, açıklamaya gerek yoktu, tüm duygular ortadaydı. Belki de Havva ile ilişkimin en güzel tarafı buydu, sadece birbirimizin gözlerine bakmamız tüm aklımızdan ve gönlümüzden geçen cümleleri okumamıza ve anlamamamıza yetiyordu. Hiç konuşmamıza gerek kalmıyordu. Bir bakış milyonlarca şeyi anlatabiliyordu. Neyse onunla da başka sıkıntılar vardı. Şimdi bırakalım bunu bir kenara… Melek mesajlarımı alıyordu, bunu görebiliyordum ama henüz bir cevap veya bir hareket yoktu. Yanlış mı yaptım acaba diye düşündüm biran… Sonra hayır dedim eğer Tanrı’m bunu bana yaptırdıysa, bunda yanlış olamazdı. Girişim, hareket ve tarzım tamamen doğruydu, çünkü dürüstlükle ve açık gönüllülükle yapılmıştı. Bu davranışta hata olamazdı, olmalıydı, çünkü böyle öğretilmişti bana… Sanırım sabırlı olmak her evrede gereken bir şeydi… Her hikayenin ya da yaşanılan hayatın; giriş, gelişme ve sonuç aşamaları vardı. Bu evrelerin her birinde sabır hakim olmalıydı hareketlere... Benim hikayemde yazar ya da Tanrı diyelim dün giriş bölümünü sonlandırmıştı. Bundan sonra hikaye artık gelişecekti, ama hangi yönde olacağını belirleyecek varlıklar Adem ve Melek ti. Her biri hikayeyi ayrı yönlerde de geliştirebilirdi, aynı yönlerde de… Şimdi yapılması gereken biraz beklemek ve olayların nereye akacağını seyretmekti. Bu söylediklerimin kadere razı olmak ile alakası olduğunu düşünmeyin asla yalnız… Kader sizlerin sandığı gibi bir şey değil, ya da size anlatılan… Eğer Tanrı’m yazdığı senaryoyu size kelimesi kelimesine oynatmak isteseydi, sizler birer kukladan farksız olurdunuz. O zaman düşünmenize, ya da hissetmenize gerek kalmazdı. Ayrıca bu şekilde düşünmek Tanrı’ma da hakaret olurdu, o zaman neden bizleri kendinden bir suret olarak yaratıyordu ki, oyun oynamak için mi? Saçmalık… Kader; yazılmış binlerce hatta milyonlarca senaryodan oluşur, bir kişi için bile… Ve her bir seçilen yolun devamında karşına çıkacak başka yollar yani seçenekler olacaktır. İşte bunlardan hangisini seçeceğine karar vermek sana kalmıştır. Seçimlerinin sonucunda sen sorumlusundur. Kader kelimesi nerede ortaya çıkar biliyor musun, hayatının sonunda ancak o kelimeyi kullanabilirsin, o da yaşadığın hayata ad vermek istersen, “işte benim kaderim buymuş” demek için… O güne kadar tüm yaşadıkların, seçimlerin ve sonuçlar senin kendi öz iradenle yaptığın şeylerdir. Burada Tanrı’yı kaderi oluşturmakla suçlayıp, kendini kurban psikolojisine sokman büyük hatadır insanoğlu… Tabii ki arada bir Tanrı seni eliyle bazı şeylere yönlendirir ama bunlar da senin sınavlarındır, bu sınavların sonuçları kaderine yön verir. Fakat yine senin seçimindir o soruya nasıl cevap vereceğin. E o kadar da olsun değil mi, Tanrı’nın hayatlarımız üzerindeki küçük dokunuşları… Bunu şu şekilde de hayal edebilirsiniz, çok büyük ressamlar eserlerini ekiplerine çizdirirler, kendileri sadece son dokunuşları ve rötuşları yaparlar. Hayatınız da bir tür resimdir, bu resmi siz ve ekibiniz (aile, dostlar, akrabalar, arkadaşlar ve etrafınızdaki insanlar) beraber çizersiniz. Tanrı’m ise son dokunuşları ve rötuşları yaparak düzeltmeye çalışır, ama resmin geneline dokunmaz, çünkü o resim sizindir. Resmi o ana kadar kötü çizdiyseniz, yapacak bir şey yoktur, Tanrı hiçbir resmi bu olmadı diye çöpe atmaz, sadece rötuşlayarak en azından az da olsa sergilenecek hale getirir. Sergilenecek hale getirmesi ise herkesin bu resme bakıp, gerekli dersleri alması içindir. Her resim bir eserdir ve eserlere saygısızlık yapmak olmaz. İnsanoğlu-Tanrı ortak çalışması her bir resim görülmeye değerdir. Şimdi artık Melek ile Adem bir resim çizebilecekler mi bakacağız, bu resmi çizerken bu çalışmaya kimler dahil olacak göreceğiz. Tuvale ilk fırçayı ben, yani Adem, vurdum… Tuvalin bir köşesine bir kalp çizdim, atan kıpkırmızı bir kalp… Tanrı’m bu tuvali bana boş vermedi yalnız, belirtmekte fayda var, tuvali elime aldığımda, bir köşesinde kanadı kırık bir Melek vardı. Ve ben kalbi onun için çizdim.  Yepyeni, arındırılmış, onun için hazırlanmış, onun için biçimlendirilmiş, sadece onu kabul edebilecek bir kalp çizdim önce ve içini tutku ve sevginin evrensel rengi kırmızı ile boyadım, sonra size daha önce de bahsettiğim melek dostlarımdan Eros’u çağırdım. Okunu bir kez de benim için resimde kullanmasını rica ettim. Eros, tuvalin diğer köşesindeki Meleğe hayranlıkla baktı ve derin bir iç çekti. O da benle aynı fikirdeydi, daha önce gördüğü meleklere göre çok farklıydı, ama iç çekmesinden de anlaşılacağı gibi, hüzünlenmişti o da… Okunu daha önce de kullanmıştı O’nun için ve sonu hüzünle bitmişti, aslında biliyordu Eros okunun her zaman işe yaramadığını… Çünkü değişik birçok oku vardı. Tanrı’m hangisini atmasını emrederse ona, o oku kullanıyordu. Bu oklardan en güçlüsü ve ölümsüz aşkı kullandığı çok ender görülmüştü tarihte… O oku kullanması için daha önce diğer oklarla bir ya da birkaç kez vurması gerekiyordu insanları… Tanrı’m bunu aşk tecrübesi için yaptırıyordu Eros’a… Tabii bana da olmuştu aynısı, sormanız yanlış… Benim sizden bir farkım yok, ismim dışında, tanrı asla kulları arasında fark gözetmez, bunu biliyorsunuz Bir fark oluşuyorsa sizin ve bir başka birinin arasında hayatta, o farkı siz yaratıyorsunuz demektir, eksiye veya artıya doğru… Eros’un gözlerinin içine baktım, “lütfen bu sefer hem benim için hem melek için en güçlü okunu kullan, daha fazla yaralama bizi diğer oklarınla”… Bana bakışı “benim elimde olsa, neden olmasın” şeklindeydi. İkimiz de biliyorduk ki, o ok kınından çıkacaksa, Tanrı’nın emri ile ve Adem ile Melek’in iradesiyle olacaktı. Eros’a bu iş bitene kadar yanımdan ayrılmamasını söyledim, zaten uzun zamandır görüşmemiştik, ayrıca onun arp çalışını çok özlemiştim, bana ilham veriyordu. Resme dönelim biz, eros bize çalarken antik Yunan’ın aşk hikayelerini… Ama hüzünlü şeyler çalma dostum, hadi hareketlendir şu melodileri biraz… Fırçamı çok nazik kullanıyordum özellikle Melek’in etrafına bir şeyler çizerken… Çok zordu Melek’e bir renk yakıştırmak, etrafını masmavi yapmayı düşündüm, onun sonsuzluğunu anlatmak için, ama olmadı mavi soluk kaldı yanında… Sonra beyaz bıraksam dedim tuvali… Beyaz onun masumiyeti yanında kirli kaldı gözümde… Siyah ile kirletmek istemedim onu, sarı O’nun saçtığı ışıkta kayboldu gitti. Yeni bir renk yaratmak gerekiyordu belki de, eldeki renklerden, ama birbirine karıştırmadan yapmak gerekirdi bunu… Biraz maviyi koydum kendini en iyi hissedebileceği göklerden ödünç aldığım… Biraz beyaz kattım ona olan saf sevgimden… Sonra güneşin sarısını ekledim yanına karanlıkta kalmasın geceleri diye… Sonra kırmızı gül yaprakları çizdim etrafına uykusu geldiğinde üzerine uzansın diye… Devam et dostum çalmaya… Eros’un müziğini de kattım tuvale, renkler dans etmeye başladı Melek’in etrafında, gül yaprakları bir araya geliyor ve ona yatağını hazırlıyorlardı. Güneşin sarısı çok yaklaştığında ona gökyüzünün mavisi tatlı bir esinti yolluyordu, sıcaktan korumak için, sarının çizgilerinin arasından dans ederek geçiyordu mavi esintiler ulaşmak için Melek’e… Beyaz ise etrafında koruyucu bir kalkan örmüştü, ne olur ne olmaz diye… Bir saniye dur Eros… Sessiz ol lütfen, çalma bir saniye için, bir şeyler söylemeye çalışıyor bana Melek… …………………………………………..

Evet, anlıyorum seni… Ama bana izin ver lütfen, izin ver ki ben de sana kimseye vermediğim kadarını veriyim. Biliyorum kırgınsın, her şeye, herkese… Ama her şey geçer bir gün ve unutulur emin ol. İzin ver bir daha hatırlat mıyım sana, izin ver bundan sonra hatırlayacağın hep gerçek sevgi olayım. Neler gördü Adem bir bilsen. Neler yaşadı. Her kırıklık her üzüntünün büyük yaralar bırakmasına izin verseydi, şimdi zaten çoktan Tanrı’sının yanında olurdu… O aksine ayakta kalmayı seçti. Ayakta kalmak herkese verilecek en iyi cevap olmuştu hep… Herkesin beklediği, yıkıldığını görmekti Adem’in… Neler kaybettiğini göreceksin derlerdi, ama o hep kazanmaya devam etti. Kaybedenler hep gidenler oldu. Şimdi artık gidenleri ve yaşananları unutma zamanı Melek. Zincirin bir halkası koptuğunda ve sen o zinciri tekrar birleştirdiğinde, zincirin en kuvvetli noktası artık daha önceden kopan noktadır, bunu unutma Melek. Sana hazırladığım şarkılarla dans edelim, sana çizdiğim tuvali asalım duvarımıza, kulaklarımızda Eros’un şarkıları olsun hep, sen iste Eros hiç gitmez yanımızdan, konuşurum onunla rica ederim, kırmaz beni biliyorum. Sen iste Adem ile Havva’nın hikayesinde Havva, melek olsun… İkimiz de ölümsüz oluruz, ya da sen iste, ikimizde vazgeçelim ölümsüzlüğümüzden, o zaman belki Eros’u duyamayız ama yeryüzünün aşk şarkıları çalar bizim için belki de… Sen yeter ki iste…  Ses yok… Sessizlik hakim oldu dünyama, tek duyduğum ses, sessizliğin yankılanışı kulaklarda… Tuvale baktım boş… Tüm çizdiklerim, boyadığım renkler, melek, yoklar… Bembeyaz bir tuval duruyor karşımda… Nereye gider tüm bu çizdiklerim bir anda, tüm o sesler, tüm o içten gelen düşünceler bilemiyorum, anlayamıyorum. Fırçayı mı sert kullandım çizerken, yoksa dili mi iyi seçemedim tüm bunları anlatırken? Yoksa renkler mi uymadı da Melek tuvalden uçtu gitti? Giderken tüm renkler de onu takip etmiş olmalı, çünkü o renkler O’nun için yaratılmıştı… Etrafıma bakıyorum, olabilecek her yere, ama yok. Birkaç gün düşündüm ne yapabilirim diye ama yapabileceğim bir şeyin olmadığına karar verdim sonunda… Çünkü o bir Melek, nereye giderse gitsin onun hızına yetişip de yakalamam imkansız, zaten yakalasam ne olacaktı ki? Şu an için söylenecek her şeyi söylemiştim. Daha fazla söyleyebileceğim bir şey yoktu şimdilik… Bir beklentim yoktu zaten sadece içimden gelenleri söylemiştim, gördüğüm kadarının ben de uyandırdığı duygulardan bahsetmiştim, daha fazlasını zaten ortaya koyamazdım, çünkü o’nu çok iyi tanımıyordum, kendisine de söylemiştim bunu… Arkadaş olarak kaybetmeyi göze almak istemezdim, ama sonuç o yok şu anda, şimdilik, belki hep… Bilmiyorum, bilemiyorum. Normal hayata devam etmek gerekiyordu. Yazmak normal hayatımın en önemli odağı iken hiç içimden gelmiyordu, aktaramıyordum, dilimin ucuna gelenler, kalemimin ucuna kadar gitmiyordu. Gitmek istemiyordu. Yazarın Kalemi Sendromu diye adlandırırdım bunu… Çok bilindik bir hikayedir aslında benim hikayemi takip edenlere, bu hikaye de… Yazmak ama neyi, onca içten akan güzel şeyleri yazdıktan sonra, şimdi o güzelliğin yokluğunda neyi yazmak? Hangi aşkı ve sevgiyi anlatmak lazım yalnız Adem’in hayatından sizlere… Havva’nın olmadığı, Melek’lerin bir var olup, bir yok olduğu bir hayatta harcanan duygularımı anlatmalı, bu kadar hüznü kaldırabilir misiniz ki ey insanoğlu! Dinleyebilir misiniz Adem’in yok olan aşklarının, ellerinden kayıp giden sevgilerinin, harcanan duygularının hikayelerini? Hiç sanmıyorum, o yüzden güzellikleri yazmak istedim, o yüzden kötü şeyleri hep hatıralara ve kalbin derinliklerine gömdüm ve Pandora’nın kutusuna kilitledim. Kutuyu gömdüğüm yeri bir haritaya çizdim ve o haritayı da hiç var olmayan ülkeye gönderdim kargo ile… Acılarla, üzüntülerle, yitirilmişlerle, kaybolan değerlerle yaşamak bana göre olmadı hiçbir zaman.. Bir önceki kırıklıkları ve yıpranmışlıkları bir sonrakine taşımadım asla, çünkü kimse bunu hak etmiyordu. Ne bir önceki yıpranmışlığa sebep olan kişi, bunun hala hatırlanıyor olmasını, ne de bunda bir suçu olmayan yeni duyguların sahibi, eskilerin gölgesinde yaşamayı… O yüzden hiç bahsetmedim size yitip giden nice duygulardan, bahsetmeyi de düşünmüyorum şimdilik… Ama şimdilik diyorum çünkü yaşanmış her şey paylaşılmalı diye düşünüyorum, iyisiyle ve kötüsüyle… Fakat görüyorum ki Melek’in yokluğu sizi de üzmüş durumda, o yüzden daha fazla üzüntüyü bünyenize göndermek istemiyorum. Arayışımın esas amacı Havva’yı bulmaktı biliyorsunuz. Arayış içerisinde birçok engelle karşılaşılabiliyor ve akabinde birçok yön değiştirmede yaşanabiliyor. Ama iradeli insanoğlu, ne olursa olsun amacından vazgeçmemeli, o zaman bana düşen aramaya devam etmek O’nu… Bu arada “aramak” kelimesinin algılanmasında bir yanlış anlaşılmaya düşmemek için, biraz anlamlandırmak istiyorum küçük bir hikaye ile… Bu hikayeyi Melek’le de paylaşmıştım, o yüzden mana bakımından çok fazla şey ifade eder benim için… “İki çiftçi de kurak geçen yaz aylarında tarlalarındaki mahsullerin ciddi anlamda zarar görmekte olduğunu fark etmişler ve yağmur duasına çıkmaya karar vermişler. Bir tanesi bu yağmur duasına başlamadan evvel, tarlasına gitmiş ve yağmur yağması ihtimalini göz önünde bulundurarak, tarlada ve toprağında gerekli düzenlemeleri yapmış, hatta yağışın aşırı olması durumunu da düşünerek ekstra tedbirlerini de almış. Diğer çiftçi o’nu uzaktan gülerek izliyormuş, ortada olmayan bir şey için bu kadar aşırı hazırlığa zaten gülmekten başka bir şey yapılamazmış. Diğer çiftçinin tarlası da, hazırlığı yapan çiftçinin çok yakınında imiş, her ikisi de aynı mahsulleri ekerlermiş ve genelde aynı miktarda ürün alırlarmış hasattan… Neyse çiftçiler duaya çıkmışlar ve tüm içtenlikleri ile dualarını tamamlamışlar, aradan birkaç gün geçtikten sonra tarlasına herhangi bir işlem uygulamamış olan çiftçi bir de bakmış ki, yan tarlada inanılmaz bir yağmur yağıyor, fakat hemen yanı başındaki kendi tarlasına bir damla bile su düşmüyor. Diğer çiftçi ise halinden oldukça memnun ve aşırı yağışa rağmen tarlası hazır olduğundan hiçbir sorunla karşılaşmıyor. Diğer çiftçi açmış ellerini yukarı doğru ve yakarmış tekrardan Tanrı’ya: “Neden Tanrı’m bana da yağmur vermedin, aynı içtenlikle sana dua ettim, aynı içtenlikle, aynı samimiyetle, öyleyse neden?” Tanrı’nın cevabı gerçekten unutulmamalı: “Sen tarlanı yağmura hazırlamamıştın, sana da yağmur verseydim, ürünlerin mahvolacaktı, ama şimdi tohumların toprağın altında güvende, kaybın yok, hazırlığını yap ve tekrar iste benden, o zaman seni geri çevirmem” Aramak… Bulmak için hazır olmayı gerektirir, eğer bulmak için hazırlığını yapmıyorsan, arayışına cevap vermez Tanrı, seni zor durumda bırakmamak için… Hazırlanalım öyleyse, hazırlanalım ki, arayışımız Havva’yı bulmakla sonuçlansın.  Ve bunun için hazırlanmaya başladım. İlk yapılması gereken negatif düşüncelerden arınmaktı. Hani şu son zamanların meşhur “Secret” kitabı var ya, bu arada ellerim ister istemez Amerika’lıların yaptığı meşhur iki elin iki parmağının, Miki’nin kulakları gibi hareket ettirilmesi hareketini yapıyor. Neden Tanrı’nın size gönderdiği kitaplara hiç bakmıyorsunuz da, zaten yazılmış olan kuralları biri allayıp pullayınca, onu dünyanın en önemli insanı ve söylediklerini acayip önemli şeyler olarak değerlendiriyorsunuz? Belki aynı benim yazdıklarıma yaptığınız gibi… Ben sadece O’nun daha önce söylediği cümleleri farklı bir yoldan söylüyorum, günümüze uygun yumuşatılmış şekilde; “Biz bazen kullarımızla size mesajlar iletiriz, onları dinlemenizde sizler için fayda vardır”… Sanırım anlatabildim… Bu mesajları ben, yani Adem’den başka kimle daha iyi iletebilirdi ki… Tarihe başından beri tanıklık etmiştim ne de olsa… Sizin bildiğiniz tarihten farklı bir tarih yaşadı dünya… Size anlatılan tarih, çocuk masalından ibaret… Bu konuya sonra detaylı değinebiliriz belki… Şimdiki olayımız, iyi-iyiyi çağırır, kötü-kötüyü felsefesinden yola çıkarak içinde bulunduğum negatif moddan çıkıp, pozitif moda geçmek için hazırlık yapmak, akşam nöbet değişimini kaçırmak istemiyorum anlayacağınız… Tarlayı hazırlayalım ki istediğim yağmur yağarsa, bugüne kadar içimde biriktirdiğim ürün zarar görmesin… Çünkü bu ürün benim her şeyim, onu bugünkü durumuna getirmek için çok uğraştım, en büyük savaşı da kendime karşı verdim, bu uğraşıda… Defalarca mahvoldu ürün, sayısını ben bile bilmiyorum. Her seferinde ciddi uğraşılar sonucu ürünün bir kısmını kurtarıyordum ve kurtardığım kısımdan, ürünü geliştirip, daha çok üretiyordum. Şimdiki durumdan da öteye geliştirebilirdim ürünümü ama ilk defa ürünüme bakınca bir olgunluk görüyordum. Ürün gerçekten olgundu ve bundan sonraki gelişimi sağlıklı ve geri dönüşsüz olarak gerçekleşecekti, tabii Tanrı’nın vereceği yağmura ihtiyaç vardı bunu gerçekleştirebilmek için… Dua etmek, bana yaşam verildiğinden beri öğrendiğim ilk hareketti... Dua etmek en önemli pozitif düşünme şeklidir, kendinizi zorlamanıza gerek yoktur. Dua ederken asla kötü bir şey düşünmezsiniz, çünkü dua Tanrı’dan bir şey isteme şeklidir. E Tanrı’dan hangimiz kötü bir şey isteriz ki? Dua etmek için belirli ritüellere gerek duyulmaz. Dua etmek aslında Tanrı ile sohbet etmektir, konuşmaktır O’nun ile… O zaman vaktin var mı Tanrı’m, konuşalım mı biraz? Biliyorum hiçbir zaman kimsenin böyle bir isteğini geri çevirmedin, herkesi dinlersin her zaman, hep dersin ya “Ben siz şah damarınızdan daha yakınım” diye… Ben yine de kibarlık etmek istedim. Teşekkürler… Sana bugün anlatmak istediğimi… Ne diyorum ben? Sen zaten anlatmak istediğimi çok iyi biliyorsun. “Biz sizin kalbinizden ve aklınızdan geçeni biliriz”…pardon… Ama tüm bunlara rağmen beni dinliyor olman da gerçekten tam Tanrı’lık bir şey… Biz o sabrı ve hoşgörüyü birbirimize gösterebilseydik, sana daha da layık olurduk, ama nerde! Melek, diyordum Tanrı’m, nereye kayboldu? Nasıl o? Mutlu mu? Ağlamıyordur değil mi, o gülen ve hep gülmesi gereken gözlerini hayat ile yıkamıyorsun değil mi Tanrı’m? Çok soru soruyorum değil mi? Ama biliyorsun işte beni ve içimdekileri… Çok isterdim benim de kanatlarım olmasını… Biliyorum biliyorum, o saçma hatayı yaptığımda benden o yeteneğimi almıştın, haklıydın elbette… Sen bizden küçücük bir şey istemiştin verdiklerine karşılık… Sen tüm meleklerini topladığında ve “Ben sizden de üstün 2 varlık yarattım” diye beni ve Havva’yı takdim ettiğinde ve bize eşyaların isimlerini öğretmiştin, ve melekler şaşırıp, senin isteğine uyup, secde etmişlerdi ya, sanırım bu kibir yarattı bizde… İşte o cezayı aldığımız ve beni yeryüzüne gönderdiğin günden beri, bu kibirli davranışım yüzünden acı çektim hep… Belki Melek de o yüzden benden kaçıyor olabilir mi? Bana kızgın olabilir mi, bana zamanında verilmiş bir hediyeye nankörlük yaptım diye? Ya da sebeplerden biri de olabilir bu… Ya da sen beni bununla cezalandırıyor ya da sınıyor olabilir misin? .........................................................................

 Teşekkürler cevapların için şimdi daha iyi anlıyorum seni… Seni anlamamı sağladığın için minnettarım şükürlerimi kabul et lütfen… Biliyorum hala yin ve yang lerim var, ama uğraşıyorum biliyorsun, kibirli değilim. Sevgiler… Bu konuşma çok iyi geldi. Şimdi negatiflikten arınmıştım, pozitif bir ruh ve etrafa yaydığım pozitif enerji ile bir şeyler değişecekti biliyorum. Biliyordum Ve bildim de…  İşte Tanrı'nın bu bekleyişe ödülü belirmişti, Adem'in telefonunda... sonunda... Melek’ten bazı mesajlar geliyordu ama en önemlisi onca sessizliğin ardından gelen o anlamlı ve aslında her şeye değen cümleydi. “seni kaybetmek istemem”. Bundan daha öte bir değer veren cümle olabilir miydi sorarım size? İşte tam da anlatmaya çalıştığım şeyi anlamıştı. Hem de en çok anlamasını istediğim kişi… Ne demiştim size? Tanrı’m dürüst yaklaşımın ödülünü hep verir dememiş miydim? Pozitif olmanın öneminden bahsetmemiş miydim size? Bu cümlenin arkasındaki önemi, taşıdığı anlamı ve değeri sizler anlayabilir misiniz ey insanoğlu? İşte tam da o yüzden O’na “Melek” statüsü verildi. İşte tam da evrende bulunan en önemli değeri kavrayabileceği kocaman bir yüreği olduğu için. Bu önceden görüldü ve bu değer ona aktarıldı. O da ona verilen bu hediyeyi, öyle güzel kullandı ki, bu cümle de bunun kanıtıydı. Hayatınızda kaçınız, kaç kişiye bu cümleyi içten, arkadaşça ve çıkarsız söylemişsinizdir ey insanoğlu? Ne zaman size verilen ilahi özelliklerin farkına varıp, komplekslerinizden, ön yargılarınızdan ve kibirlerinizden arınıp, bu cümleyi kalbinize, beyninize, dilinize yani kendinize yakıştırabileceksiniz? “Hediye” demişken, size hediye ile ilgili Tanrı’nın İngilizce ye kattığı bir kelime oyunundan bahsetmek istiyorum. İngilizce de bugün "present" kelimesi ile tanımlanır... Yani "hediye"... Her ulaştığın "bugün" sana Tanrı dan bir hediyedir... Ve Tanrı'nın sana bir şey hediye etmesine şükret... Unutma senin doğum günün aynı anda etrafındaki yüzlerce ve binlerce kişinin doğum günü ve Tanrı herkese sana olduğu kadar cömert olmayabilir ya da onlar bu cömertliği fark edemeyebilir. Onların da bu hediyenin farkına varmaları için çalış... Aslında işte her insana verilen en güzel hediye, farkındalık anında olmak ve bir başkasında farkındalık yaratmak... İşleyebileceğin en büyük sevap ilim öğretmektir... Farkındalık da bir ilimdir... Sana bir başka hediye Tanrı’nın son kutsal kelamı Kur'an dan; "hayatta iki kişinin amel defteri kapanmaz" bunlardan en önemlisi ilim öğretendir... Ve sen her gün öğrenmek ve öğretmekle sorumlusun, bir kişiye bir şey aktarmadan geçen her gün boşa yaşanmış bir gündür... Her gün hediyeni al ve hediyeni ver işte o zaman doğum günleri anlam kazanır, hediye alıp verdikçe... Şimdi soracaksınız neden her cümlenin sonu üç nokta diye, ya da farkına bile varmadınız! Çünkü bu konu ile ilgili Adem’in daha söyleyecek çok şeyi var ama zamanı gelince… Şimdi diyeceksiniz ki; “E ne var bunda, “seni kaybetmek istemem” basit bir cümle… Arkadaşça söylenmiş de olabilir. Evet ve ciddi anlamda, kesinlikle de arkadaşçaydı eminim buna, ama konuşmanın geri kalanı o ve ben arasında kalmalı ve konuşmanın gelişinden ve önceki cümlelerden sonra (başka ne konuştuğumuzu söylemeyeceğim, orası özele girer), bu cümleyi duymak, sadece tek bir reaksiyona neden olmuştu bende, iki gözümden de birkaç damla yanaklarımın üzerine süzülen yaşlar… Yok endişelenmeyin, kesinlikle mutluluk damlalarıydılar. İlk etapta istediğim buydu, ademoğlu olarak değerimi göstermek karşımdakine… Ve oldu işte… Hep daha önce bahsettiğim; isteğin, duanın, pozitifliğin ve sabrın karşılığı Melek ve Tanrı’nın ortaklaşa hediyesi, elbette ki Tanrı’mın iradesiyle… Tanrı bana “bu gün” ümü vermişti. Şimdi Melek yine Adem’in hayatının bir parçasıydı. Yine Adem en sevdiği şeylerden birini yapabilecekti, şiirler yazabilecekti Melek’e…  Güneş ve Ay’ın ilahi devinimi devam ediyordu, evrenin akışında… Yıldızlar yer değiştiriyor, Ay her gün yüzünün bir başka bölümünü sergiliyordu insanoğluna ve eş zamanlı olarak evrendeki diğer tüm canlılara… Yeryüzünde hayat sürüyordu, nankörlük etmemek lazım ama Adem için hayat çok ta keyifli değildi. Adem’in her şeyi vardı aslında tek bir şey hariç… Hala bir Havva eksikti. Melek? Melek şimdilik hala çok uzaktı Adem’e… Bir var oluyordu, bir yok… Bazen mesajlar geliyordu, bazen günlerce sadece resmini görüyordu… Çok zor bir şeydi bu Adem için… Her şeye vardı aslında hayatta, “hayatta her şey bizler için” derdi hep… Fakat bunu kabul etmekte zorlanıyordu. Bir adem gibi yaklaşmıştı şimdiye kadar Melek’e… Etrafımızda gördüğümüz yaklaşımlardan farklıydı, dedim ya adem gibi yaklaşmıştı. Anlıyordu onu ama aynı zamanda anlamıyordu. Anladığı şeyler zaten zamanında Adem’in de yaşadığı şeylerdi, anlatmıştı bunları birer birer Melek’e… Anlamadıkları ise aslında tüm insanlarda gördüğü olumsuz davranışların onda var olması paradoksuydu. Bir Melek’te olumsuz insani tavırlar görmeye alışmamıştı ne de olsa… Kitapta “Selam Allah katındandır, selam verin ki, selam vereniniz çok olsun”… diyordu. Adem bunu hep uygulardı. İnsanların hatırını sormak önemliydi onun için… Selamlaşırken söylenen cümleler de yukarıdaki ifadeyi doğrulamıyor muydu? Buna sadece içten gelerek söylenen “selam”, merhaba”, nasılsın” ya da daha samimi bir dille “ne haber” gibi soru cümleleri de amaca uygundu. Peki neden bunlara cevap vermezdi Melek? O da aynı kitap ile eğitilmişti, bunu biliyordu. Ayrıca Adem ona ne yapmıştı ki, zaman zaman böyle tepkisiz tepkilere maruz kalıyordu. Bu duyguları bilmiyordu Adem, öğrenmemişti hiç, öğretilmemişti. Bu durumda yapması gerekeni de bilmiyordu üstelik… Yukarıdan gelen mesajlar beklemesi yönündeydi. Zaten başka ne yapabilirdi ki? Beklemek bazen iyidir bazen kötüdür. Beklemek bazen kazandırır, bazen fırsatları kaçırmana neden olur. Bu durumun ne ile sonuçlanacağını ise gerçekten kestiremiyordu. Dünya üzerinde, insani duygu ve olaylarla harmanlanmış bir melek hayatı yaşayan Melek’e nasıl yaklaşacağını kestiremiyordu. Çünkü daha önce böyle bir tecrübesi yoktu. Melek te ona gerçekten hiç yardımcı olmuyordu. Olmasını da beklemiyordu zaten ama işte “ümit” denen o çok sevdiği ve hiçbir zaman vazgeçemediği duygu yok muydu? İşte o duygu Adem’i gitmekten alıkoyuyordu. Ve hala oradaydı, oralarda bir yerlerde olması gerektiğini hissettiği, oralarda bir yerlerde olmasının ona umut verdiği, ve bu his ile umut birleştiğinde, en azından bir parça da olsa mutlu olduğu için… Ama ne kadar süre daha sürdürebilirdi bunu bilemiyordu Çünkü üzerinde bir sürü yaşanmışlığın, yaşanmakta olanların ve daha yaşanabileceklerin yorgunluğu, ağırlığı, ve yeryüzündeki hayatının ona verdiği yıpranmışlık da vardı. O ise dışarıya karşı hep gülüyordu. Çünkü hayata karşı gücünü kanıtlamanın tek yolu gülmekti. Ağlamama için de yapabileceği en büyük şey gülmekti, hem de çok gülmek ve güldürmek. Çünkü insanlar güldükçe o da gülüyordu. Bazen ağlatıyordu da insanları şiirleri ile sevgiye ve Melek’e dair, istemeden de olsa… Sanıyor musunuz ki o hiç ağlamıyordu? Yazarken… En çok yazarken gözyaşlarına hakim olamıyordu. Bir katarsisti onun için yazmak; duygularını bu şekilde boşaltıyordu. Zaten bunu da yapmasa, kalbi vücuduna dar gelecek, beyni ise patlayacaktı. Beynini her iki lobunu da kullanmayı çok önceleri öğrenmişti. Bu ağır bir şeydi. Siz aynı anda kaç şeyi düşünebilirsiniz birim bir anda, bana söyleyin. Adem için bunun bir limiti yoktu. Şaşırtıcıydı ama gerçekti. Sizin için süper olabilirdi ama bunu yaşayan için acı verici olabiliyordu bazen bu tarz anlar. Kaldı ki hayatı bu anların birbirine zincirlenmesi ile geçiyordu. Zincir kopabiliyordu da bazen… Zincir koptuğunda Adem kabuğuna çekiliyordu. Çünkü bu şekilde insanların içine çıkmamalıydı. Enerjisini insanlara aktaramadığı her an, her saniye onun bu dünyadaki görevine ters düşüyordu.  Son günler işte böyle zincirin koptuğu, enerji akışının kesildiği zamanlarla doluydu. Bir de kendini Melek’in yerine koymak isteyen ve koymaya çalışan kişilerle uğraşmak, hele ki Havva olmak isteyen kişilerle uğraşmak gerçekten çok yıpratmıştı Adem’i… Hoş geldin gerçek dünyaya Adem… O’nu gerçekten tanımayanlar ve O’nun gerçekten tanımadıkları, kendi kendilerine bu role bürünmeye çalışıyorlardı. Üzülüyordu Adem, bunu gördükçe onlar için, ve kızıyordu Melek’e… Kızıyordu çünkü, ona ayırdığı yeri kalbinde bir tek o görememişti henüz... Yoruluyordu artık… Ne yapacağını bilememek en çok, yoruyordu. Bildiği tüm bilgilerden uzak kısır çözümler üretmeye çalışıyor, mehter takımı gibi iki ileri, bir geri, bazen de bir ileri, iki geri gidiyordu. Ulaşmaya çalıştıkça uzaklaşıyordu Melek… Elini uzattıkça, boşluktan başka bir şeyi kavrayamıyordu. Dostları soruyordu: “Bu ne sabır, nereye kadar devam edebilirsin böyle?” Artık kendisi de bilmiyordu bu sorunun cevabını… Aramaktan da yorulmuştu beyninin kıvrımlarında, sorunun bulunacak cevabına koyulan ödülü… En sevdiği dostundan yardım istiyordu göklerin ötesine ileterek mesajı… Henüz ondan da bir cevap alamamıştı. Cevap vermemekle vardır bir bildiği diyordu kendi kendine… Belki bu konudaki kararı kendisinin alması gerekiyordu, yardımsız… Belki bu da bir sınavdı onun için… Ama henüz çözememişti, çünkü soru anlaşılmamıştı. Seçeneklerden gitmek de sevdiği bir yöntemdi ama seçeneklere ulaşmak da zordu. Çünkü soruyu bilmeden seçeneklerden çözmek de imkansızdı. Seçenekler ortadaydı; a- Boşver b- Bekle c- Bekle ama umursama d-sen delisin… Aslında soruyu bile görmeden, ona en yakın olan cevap, kaldı ki sorunun ne olduğu da bu anlamda önemsizleşiyordu; en son seçenekti! Evet etrafındaki insanlar kendini normal olarak görüyorlarsa o bir deliydi. Hem de en ıslah olmazı en akıllanmazı, tedavisi en mümkün olmayanı… Sevginin delisi, sevgiyi vermenin ve almanın delisi, insanları sevmenin delisi… Çünkü her insanda onun özünden vardı. Ama tek bir kişiye vermek istiyordu sevgisini, fakat tüm aramalar cevapsızdı. “Şu anda aradığınız kişiye ulaşılamıyor, lütfen daha sonra tekrar deneyiniz” Acaba bu muydu olay? Sevgini bir kişiyle değil, hayatının sonuna kadar herkesle paylaş… Nasıl yani? Hayatının sonuna kadar Adem, bir ona bir buna mı verecekti sevgisini? Ama istediği bu değildi ki… Tamam bir dönem bunu da denemişti, maymun iştahlılık ile… O dönemi hayatının evrimleşme dönemi olarak görüyordu, her ne kadar kutsal kitapların yazdığı hikayeler doğru olsa da bir yerde, Darwin’e de hak veriyordu teorisinde… Kendi bizzat bir dönemi canlı olarak yaşamıştı hayatında… Ama onun ki biraz farklıydı; maymun iştahlılıktan evrimleşme dönemini geçirmişti sevgi kavramındaki… Tamam evrimini tamamlamıştı işte… Tanrı da karşısına ödül olarak Melek’i çıkarmıştı. Doğru zaman mıydı peki? Öyle olmalıydı, yoksa çıkarmazdı. Tanrı bu tip şeylerle dalga geçecek biri değildi. O zaman mesajı alamamıştı Melek sanırım. İletilen mesaj, alıcının reseptörlerindeki süzgeçlerden iyi geçmiyordu, dış etkenlerden dolayı… Bahsettiğim şeyi iletişim okuyanlar çok iyi anlayacaklardır. Önyargılar ve yaşanan olaylar gönderilen mesajın alıcı tarafından nasıl algılanacağını biçimlendirir. O yüzden alıcının mesajı kabulünde, nötr ve açık olması gerekmektedir. Bağdaştırıcı kullanmadan, geçmişten ve önyargılardan uzak almalıdır mesajı… Mesaj sayısı çok fazla idi gönderilen, Adem tarafından, ne kadarı anlaşılmıştı bilemiyordu ama… Yanıtlanan mesaj sayısı ise gerçekten azdı, çoğu mesajın günlerce yanıtsız kaldığı oluyordu. Hani telefonlarınızda gönderilen mesaj yerine ulaşmadığında “mesaj askıda” ibaresi olur ya, işte onun gibi bir durumda kalıyordu. O askıda olan mesajı geri alamazsınız, silemezsiniz, artık göndermişsinizdir ve yapacak bir şey olmadan beklersiniz öylece, operatöre mahkum… İşte tüm bu karışıklığın ortasında, yalnızlığını oyun oynayarak gidermek için avucunu açıp, oynamak isteyen kaleye mum diksin diye bağırıyordu. Ama ne mum diken vardı kaleye, ne de onu duyan… Zaten aslında oynamak istediği iki kişilik bir oyundu, diyaloğa dayanan… Fakat Melek de onu duymuyordu, ya da duymazlıktan geliyordu. Sabrı gelişmekte olan bir meyveye benzetirdi Adem, her zaman… Az olgunlaştığında tatsız ve ekşi, çok olgunlaştığında ise çürüyen bir meyve gibiydi, sabır… Adem’in elindeki meyvenin yenme zamanı geçiyordu, yakında ellerinde çürüyecekti. Uzun zamandır olgunlaştırdığı ve büyüttüğü bu meyve yok olacaktı. Adem diyince herkesin aklına meyve olarak elma gelir biliyorum ama bu seferki meyvenin farklıydı. Adem elindeki bu meyveye “passion fruit” adını vermişti. Tutku ve sabır kelimeleri bu meyveye tadını veriyordu. Fakat zamanında yenmezse, çabuk çürümeye başlayan bir meyveydi. Ve gitgide rengini kaybetmeye başlamıştı bile, tek bir şey bunu değiştirebilirdi, göklerin ötesinden gelen bir Melek’in meyvanın çekirdeğine dokunuşu…  Fakat nafile bekledi Adem günlerce… Bir elindeki lezzetli meyvaya bakıyordu, gün geçtikçe eriyen, çürüyen, bir de gökyüzüne… Rüzgar zaman zaman öyle kuvvetli esiyordu ki, sanki kendine gel dercesine tokatlar vuruyordu Adem’in yüzüne… -“Kendine gel ve gerçeği gör. Yeryüzünde yaşayan sen ey Ademoğlu insan… Sen neye dayanarak hayaller kuruyorsun da, bu hayallerin gerçekleşmesini bekliyorsun? Sen gerçeklerle yaşamaya hapsedilmiştin unutma! Gerçekler ise kaldıramadığın kadar ağır olabilir bazen… Aynı şimdi olduğu gibi… Fakat eşek de sırtına yükü aldığında, ilk anlarda taşımakta zorlanır, fakat yürüdükçe ve zaman geçtikçe alışır, o da yükünün ağırlığına… Zamanla hissetmez olur bu yükü… Ne şimdi yani, sen bir eşek kadar olamayacak mısın? Sana verilen bu yükü hissizleşerek taşıyamıyor musun? Bırak artık gitsin giden… Taşıyamayacaksan da, at yükü sırtından, ya da yürüme bu yolda, çök ve otur, anlar ve alır o yükü senden merak etme, veren… Rüzgarın fısıltısındaki mesajı zaten bir tek o anlayabilirdi ve duyabilirdi … “Zor artık” dedi… “Gerçekten zor…” “Tüm insanlığın yükünü taşıyorken bir de bu yük gerçekten fazla… Üzgünüm” dedi gökyüzüne kaldırarak başını… “Ben İsa değilim ki, öyle olsaydı, benim Mesih olarak geleceğimi yazardın değil mi kitabında? O taşıyabiliyordu, çünkü O’na, o gücü verip, öyle yüklemiştin bu misyonu… Bana ise bu kadar yüklemişsin gücü sanırım Tanrı’m, üzgünüm bırakıyorum yükü üstümden…” Melek uçsun özgürce istediği gibi göklerde… Ben daha fazla takip edemem, bacaklarımla, onun iki kanadını… Uçsun ve mutluluğa konsun… Ben artık… Adem yutkundu söyleyeceği şey, büyük lokma idi. Ama yapabileceği bir şey yoktu. Açık, net ve dürüst olmuştu. Gerekli adımları atmıştı. Ama bu değildi oynamak istediği oyun, kaldı ki oyun oynayacak yaşta değildi. Kafasını çevirdi, yürüdüğü yoldan ve ters tarafa doğru yürümeye başladı. Bacakları onu ancak evine götürebilecek kadar güçlüydü. Dinlenmesi gerekiyordu, daha önünde halletmesi gereken başka görevler vardı. Diğer misyonlarını tamamlamamıştı henüz… Bundan sonra Melek ona yetişmek isterse, zaten kanatları vardı ve onun bulunduğu tarafa doğru uçması yeterli olacaktı, fakat Adem dinlendiğinde çok hızlı yürüyebiliyordu ve yoluna neler çıkacak bilinmezdi. Tanrı’sı elbet bir gün ona Havva’sını gönderecekti. Belki yarın belki yarından da yakın… Zaman denilen kavram, çok göreceli idi. Senin için bir gün, başkası için bir dakika gibi olabilirdi… Saatin tik-tak’ları yankılanırken hayatlarımızda, Adem yürüyüşüne başladı diğer yöne doğru, hayat saatinin gongu vurmadan misyonlarını tamamlaması gerekiyordu. Melek’in gülüşü aklında… Ve sadece aklında kalacaktı artık… Kalbindeki yerinde ise derin bir çukur kalmıştı sadece, gökyüzünden düşen bir meteorun açtığı derin bir çukur… Elbet zamanla doğa bu çukuru kapatacaktı, ve yine çiçekler açacaktı bahçesinde kalbinin, belki de meleğe bir zamanlar gönderdiği gülleri, buradan koparıp göndermemeliydi… Ve Adem, insanların arasına karışıp, gözden yitti… 

Contact

I'm always looking for new and exciting opportunities. Let's connect.

Burası sitede yazan bir şey idi ben de değiştirmedim genel hayat felsefeme uyduğu için...

bottom of page